Ana içeriğe atla

Gülten Akın’ın “Sonra İşte Yaşlandım”ı üzerinden: Susku / Fatih Çodur


“Bir roman kadar uzun bu tümce,
-sonra işte yaşlandım…”

 Gülten Akın, “Sonra İşte Yaşlandım” kitabına yukarıdaki dizelerle başlıyor. Yani “kısa şiir/...”lerin “bir’incisiyle. Öyle gözüküyor ki bu sesli ifade (sonra işte yaşlandım), daha en baştan kitabın bütününde kullanılacak yöntemin sunumunu yapıyor okuyucuya. “Sizlere birkaç tümcelik adımlarla, çok bir yol aldıracağım” deniliyor. Çok sesli ifadelerle birer monolog-şiiryaratılacak kanısı veriliyor. Elbette konu bütünlüğünün bozulmaması için şu açıklamayı yapmamız gerekir. Şiirin başlı başına bir monolog olduğu düşünülebilir. Onun, bir dışa vurumdan farklı olarak, bir iç konuşma olduğu gerçekliği yadsınamaz. Fakat kendi havzasında oluşturduğu özgün dil nedeniyle monolog’dan semantik bakımdan da ayrılır. Bundan dolayı, kitaptaki bu yaklaşım biçimini şöyle ifade etmemiz daha doğru olacaktır:

 Yazıda “sonra işte yaşlandım” dize’sinin, ‘dizecik’ kelimesiyle ifadelendirilmesinin sebebi, kitaptaki “kısa şiir/…”leri oluşturan unsurları küçümsemek değil; kitapla aynı adı taşıyan bu üç kelimelik giriş metninin (sonra işte yaşlandım) bir nevi ‘kardeşlerini’ gün yüzüne çıkarıp aynı kapta harmanlayarak bütünde işaret edilen birkaç noktanın altını çizmektir.

Ahmet Güntan’ın İyot’taii şiir ve şairler için kullandığı bir ifade var: “Şair yaratmaz, arar ve bulduğunu hiç bozmadan yavaşça yere indirir…”. Bu ifade, özellikle “hiç bozmadan” ibaresi, şiir tahlilinin bir takım sakıncaları olabileceği düşüncesine de götürüyor bizi. Belki de kesif ve zorlu bir arayış sonrasında bulup ortaya koyduğu “şiir”, şair için baş tacıdır. Bir balmumu heykeli kadar değerlidir. Camdan kafesler içindedir o. Dokunulmaya gelmez. Bir bakıma kutsaldır. Şairin kutsalıdır şiir. Birer elmas hükmündedir (kimilerinin şiirlerini “bebek”leri gibi görmesi ve onlara bu gözle bakması da bu sebeple olsa gerek). Bu yüzden, bir şiir tek başına ve çok fazla irdelenmemelidir. Şiiri vak’a incelemesi yapar gibi teferruatıyla açınsamak, onu ancak dar bir kalıba sokmaktır. Bu yazının amacı da, bu bağlamda düşünüldüğünde, Gülten Akın’ın “Sonra İşte Yaşlandım”ı üzerinden sadece “susmak” izleğine sadece kısa bir yorum getirmektir.

Buradan hareketle, yazının başlığında kullandığımız “susku” kelimesini açımlayabiliriz. Hilmi Yavuz’un da sıkça kullandığı bu kelime, “susma, az konuşma, sükût” gibi anlamlara gelmektedir. Gülten Akın da kitabında birbiri ile benzeşen bir takım dizeciklerle “sonra işte yaşlandım” savını desteklemek için “susku”ya başvurmuş. Şair, hem “sus, susuş, susma, susarsın, susa susa, susabilseydim, sustum, susup ” gibi kelimelere oldukça fazla yer vermiş; hem de içinde “susmak” eyleminden türetilmiş herhangi bir kelime bulunmayan bazı şiirlerde “eylemin kendisini” konu edinmiş. Bu nedenle tutarlı ve birbiri ile ilintili bir bakış açısı verebilmek için, şairin bu tutumunu “susmak mastarı ve türevlerinin kullanıldığı birkaç şiir” ve “susmak mastarının kullanılmadığı bir şiir” diye iki ayrı başlık altında ele almak istedim.

Susmak mastarı ve türevlerinin kullanıldığı birkaç şiir

Gülten Akın, “kısa/şiir…”lerin yedincisinde şöyle diyor:

sözlerin bumerang gibi
döner yaralarsa beni
ağzın dilin gereksizdir
susarsın! ”   (sf. 17)

Şiirin susku boyutunda kısa bir değerlendirmesi yapılırsa; “sözlerin”, “dilin” ve “susarsın” kelimelerinin birbirine ne kadar yakın olduğu anlaşılabilir. Dört satırlık bu kısa şiire ve -yazının ilerleyen bölümlerinde görülebileceği üzere- kitabın büyük bir kısmına hâkim olan “sonra işte yaşlandım” savının altında yatan neden hemen fark edilebilir. Şair, kendince anlam yüklediği bu yaşlanma süreci boyunca fazlasıyla iştigal ettiği eylemin “susmak” olduğu mesajını vermeye çalışmaktadır. Öyle ki bu sükûnet, bu susuş silsilesi; “dil” ve “söz” kelimelerinden de çıkarsayacağımız gibi (içten ya da dıştan) çok sesli bir şekilde imlenmektedir.

Kitapta “söz”le ilgili en dikkate değer şiirlerden biri, “dilaltı” şiiri. Şair, dilaltı’nda aşk olgusuna gönderme yapmış.  “Dil”i, “aşk”ı açıklamak için aracı olarak kullanmış. Kendisiyle söyleşip durduğu bu sürecin en büyük parçası ise yine “susmak”:

“…
o öncede durdu, dilin altında/tadı usul, küçük, ömre taşınarak/bir yılan gömleği, bir simge/belki bir isim/bir im taşımazsa görmez, yok olur..

ben için değildi, ben içindeydi/susabilsem bir kendimi/söyleşmeyebilsem/sonsuza dek orda kalır..

ölsem aklımla, farkında her şeyin farkında/o bende kendini bilir/olunca aşk, yürümek, kâr zarar..
çekilir/yalnız karanlık olur aşk olur..”                   (sf. 15)

Akın, dilin altında konuşlanmış, aşkı açığa çıkaracak başka bir dilden bahsediyor. Görünen o ki; onu açığa çıkarmaktan da yana değil. Bu olgunun, dilaltında; yani saklıda, sözcüklerin uzağında, giysisiz, yalın, hiç kimsenin yakasına iliştirilmemiş bir kimliğe sahip olmasını; ikinci kesitteki “-ebilsem”lerle ve “sonsuza dek orada kalır” tümcesiyle açığa vuruyor. Bunu gerçekleştirebilmek için de susması, belki de içsel bir arayışa girmemesi gerektiğini vurguluyor.

“Dilaltı” şiirinin hareket ya da daha doğrusu hareketsizlik alanına bir tür değişmezlik, durağanlık eğiliminin nüfuz ettiğini de görüyoruz. “Sonsuza dek orda kalır”, “yalnızlık”, “karanlık”, “görmez yok olur” ibarelerinden anlaşılan o ki, dilaltı’nın sathına durağan bir görüntü verilmek istenmiş. Buna ek olarak, şiirin iç çizgileri içerisinde, sessiz sakin bir gök resmi yapılmış. Şöyle ki, “susku”nun özünü de oluşturan bu durgunluk, kendini “kısa şiir/altı”da, şu satırlarla daha bir öne çıkarıyor:

“ her konuşma bir şeyi değiştirir hayatımızda
sustum durdum geriye geriye çekilerek ”       ( sf. 16)

Bu sözlerle, bir yandan “konuşma” eyleminin önem ve işlev bilgisinin sunumunu yapan şair, bu gereksinim odaklı gerçekliğin farkında olduğunu belirtirken; öte yandan “dilaltı”ndaki durağan olma durumunu en üst seviyeye çıkarıyor. Durmanın ötesinde bir de geri çekiliveriyor. Bu tehlikeli addedilebilecek yol üzerinden, yaşamındaki “kalıcılık/değişmezlik” olgusunun sonsuz kere olumsuz bir anlam kazandığı savını tanıtlıyor! Sustukça değişiklikten uzaklaşıyor (değişimden değil). Konuşmaktan uzaklaştıkça eskiyor. Bu bağlamda, “sonra işte yaşlandım” ifadesinin kuytu köşelerinde akışkanlığını koruyan “susku”nun, bu anlam örüntüsüne ne denli gizli bir edimle katkıda bulunduğunun ayırtına varıyoruz. Akın, kendi metodolojik duyarlılığıyla; “susmak, insanı yaşlandırıyor” diyor bize.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde, örneğin “izler” şiirinde de bu durum açıkça belirtilmekte:

“susup bekleyerek yaşlanıyordu
şeylerin uğultusu arasında …”   ( sf. 18 )

Kuşkusuz, bu dizeler tahlilimiz için hayati birer ipucu niteliğinde. Çünkü  “sonra işte yaşlandım” savına karşın, şaire yönetebileceğimiz muhtemel bir “neden sonra?..” sorusunun kati cevabı veriliyor:

“susup bekleyerek”.

Başka bir düşünüşle; bu durum, “konuşma” eylemine hem şairin, hem de bir fert olarak içinde bulunduğu toplumun değerleri çerçevesinde yaklaşma imkânı sunuyor bize. Bu noktada konuyu genişletebilmek için “susmak” konusuna değinen birkaç başka söyleme başvurmak faydalı olacak.

Nermi Uygur (1925–2005), “Dilin Gücü” iii isimli kitabında “susmak” üzerine: “Susmayı övmeyeceğim, yerecek de değilim. Gerçeklikteki insan ise, hep susmaz. Susamaz çünkü, susmaması da gerekir. Var olması konuşmasına bağlıdır. Yaşama eylemlerimizin temel direği susmak değil, konuşmaktır. Toptan susalım, toptan yok oluruz. Tüm susmak yıkımdır insan için. Konuşma insan olmanın koşuludur.”  söyleminde bulunuyor. Susmanın, var olmanın aksine insanı yok olmaya doğru sürükleyen bir eylem; konuşmanın ise bir gereklilik olduğunu belirtiyor. Kitaptan alıntılanan yukarıdaki bölümde dikkat edilesi bir kelime var:

“ tüm ”.

    Paragraf, “tümden susmanın” önemini vurguluyor bütünde. Bu tüm’lük, hem eylemin kendi penceresinden bakılarak hem de birey-toplum temelinden hareketle değerlendirilebilir. Metinde,  “toptan susalım, toptan yok oluruz.” denilmiş. “Toptan” kavramı, her ne kadar bazı kaynaklarda-konumuzun kapsamına göre baktığımızda- sadece “toplu bir biçimde, topluca, bütünüyle, tümüyle”iv karşılıklarında kullanılsa da, sanki bu kısımda, “gerçeklikteki insan ise, hep susmaz” tümcesindeki “hep”ten de kavranılabileceği gibi, “her zaman, sürekli olarak” zarflarının ihtiva ettiği anlama da sahip. Yani ‘daima ve topluca susmak’, sonu kaçınılmaz bir yıkıma varacak fırtına öncesi hali gibi gözüküyor. Nermi Uygur’un bu tespitine göre: bireyin susması, toplumu yıkıma götürecek bir davranış biçimi. Fakat tabi ki toplumun bu durumu dışavurum biçimi farklı:

 “susma! sustukça! sıra sana gelecek!”

Ne var ki bu slogan toplumsallıktan çok bireyselliğe vurgu yapıyor. Bireyin nasıl davranması gerektiği yönünde insanlara telkinde bulunuyor. “Birey katiyen susmamalıdır” diyor. Burada bireyin susmaması bir toplumun kalıcı olmasındaki başat etken olarak öne çıkıyor. Aslında “sıra sana gelecek” ifadesi, insanların çok yönlü bir birliktelik içinde olduklarını unutturur türden. Normal koşullarda, dış dünya ile her türlü iletişimini kesip dört duvar arasında “kendi sessizliğine” çekilen insan, elbette kendi iç sesinden başka ses işitemez. O başka sesler gelip kapısını çalıncaya kadar da onlarla tanışık olamaz. Ancak bu tanışıksızlık, bu kendine çekilme işi bu denli kolay uygulanabilir değil artık. Çünkü dünya kendi sessizliğimize çekilecek kadar büyük olmaktan çıktı. Global sınırlar, insanı iç sesiyle tamamen baş başa bırakmayacak kadar genişledi. Bugünlerde, “‘toplum, ülke haritası, nüfus kâğıdı, şehir’ vb. çeşitli sınıflamalar yapan pek çok olgunun birkaç on yıl sonra sözlüklerden silineceğinden” bahseden çeşitli şehir efsanelerinin kol gezdiği bir süreçten geçiyoruz. Bu nedenle, “susma! sustukça sıra sana gelecek” sloganı; sıra kendisinde olanların karanlık sessizliğinin, henüz kendisine sıra gelmemişlerin sessiz karanlığı olduğu hakikatine, çok yönlü birliktelik doğrusu üzerinde eksi yönde bir artı koyuyor gibi…

Bu noktada Yılmaz Odabaşı’nın “Var Git Artık” isimli metninde geçen şu ifadelere yer verebiliriz:
 
 “…
hep susmak
susmak
yetmiyor bazen
işte bu yüzden
bütün ışıkları yanmalı yeryüzünün
ozanlar her şeyi anlatmalı…”

Ozanların her şeyi anlatması gerektiği kanısı akla pek uygun değil. Bir şair¬-kendi sessizliğinin yağı ile kavrulan biri olmayan fakat topluma faal olarak katılan bireylerden biri olarak- her şeyi değil, bir bakıma yaşadığını yani tecrübe ettiğini aktarabilir. Çünkü şiir, istenilen zamanda ve herkesçe üstünkörü bir şekilde oluşturulabilecek basit bir kurmaca olmasa gerek. “Yaşadığını kaleme almak, düşüncelerini genel geçer ya da gerçek ve özgün bir ele alışla topluma yansıtmak”, Odabaşı’nın metninde ifade edilenin aksine, sadece bir gereksinim değil; gereksinimden öte bir sorumluluktur da. En azından, Nermi Uygur’un dillendirdiği gibi: ‘konuşma, insan olmanın koşulu’ysa ve yıkıma uğrayıp uğratmamak ereğinin temel alındığı bir yaşam biçimi benimsenmişse, susku’ya bel bağlamak ne toplumun ne de bireyin kendi dirlik ve gönenci için gerekli bir koşul olamaz. Bu nedenle, Gülten Akın’ın “susup bekleyerek yaşlanıyordu...” demesinin muayyen bir nedeni olmadığı sürece, kabul edilebilir bir yanı da yok.

Tabi, bu söylemlerimiz işin şair olma boyutunda değer kazanmaktadır. Şairin susmak gibi asıl bir niyeti olmamalı. Alper Gencer, “Ah”v isimli şiir kitabında “susmak sesimin sağ kalma temennisi…” demişti örneğin. Şairin davranış biçimi ancak bu olabilir. Susmak, şair için yaşamak temennisinde bulunmaktır (buradaki yaşamak kelimesinden sadece nefes alıp vermek, bir takım ihtiyaçlarını gidermek, gününü gün etmek gibi manalar çıkarılmamalı elbette). Şair hiç şüphesiz sesinin diri kalmasını arzular. Onun için budur yaşamak. İçindeki sesi bütün varlığıyla duyumsuyorsa yaşıyor demektir. Bu nedenle, Erdem Bayazıt’ın “Karanlık Duvarlar” şiirinde söylediği gibi zaman zaman susmanın kalesine sığınır (“Bunalıyorum:.. susmanın kalesine sığınıyorum/önümde karanlıktan duvarlar/sırtımda insan yüklü bir gök var”). Kim bilir bunalmıştır. Kaçınılmaz bir hiddetin kucağına düşmüştür. İçinde bulunduğu hengâmede, yorgun elleriyle hiddetini yoğurur (hiddeti, önündeki karanlık duvarları ısrarla, pervasızca ve sinsi bir şekilde inşa edenleredir). O zamana dek yeterince ve yerli yerinde konuşmuştur aslında. Dinlenme vaktinin geldiğinin farkındadır. Çekilip gönül hanesine soluklanmaya durur. O, bir başına soluk alıp vermede, başkaları ise onu dinlemededir. Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup”undavi, “…şiir, söylemekten ziyâde bir susma işidir.” der. Şair, susmasını; dahası neden ve ne zaman susması gerektiğini bilir. Konuşmak için susar. Susarken konuşur. Onun konuşması, Halil Cibran’ın, şu an nerede söylediğini anımsayamadığım, “Bana susmayı ver, gecenin hücumlarına meydan okuyayım.” sözlerinde olduğu gibi; en karanlık ve korkulu vakitlerde, en dayanılmaz haksızlıkların karşısında dik durabilmek için bir kalkan, bir silah mesabesindedir. Şairin asıl niyeti bu bağlamda susmak değil; aksine daha tok bir sesle konuşmak, “gecenin hücumlarına meydan okumak” için susku’nun limanına demirlemektir.

Bu noktainazardan verebileceğimiz bir başka örnek de, Shakespeare’ın aşk temasını işleyen en önemli eserlerinden (trajik drama) Romeo Juliet’deki iki başkahramandan (protagonist) biri olan Juliet’in, oyunun V. sahnesinde yan karakterlerden (antagonist) Nurse’e, yaşlıları betimlemek için kullandığı şu dizeler olabilir:

 “Ama bu yaşlılar yok mu, ölü taklidi yaparlar/kurşun gibi ağır, yavaş, hantal…”vii
            
Buradaki “ölü taklidi” tamlamasından anlaşılan o ki; yaşlılık, özünü sessizliğin oluşturduğu tehlikeli bir durumdur. İnsanı hantallaştırdığı kadar insana zarar verme eğilimine de sahiptir. Kurşun kadar yaralayıcı bir nesnedir. Fakat serseri bir kurşun da olabilir, bu. Çünkü aynı zamanda etraftaki canlıların da beden ve ruh dirliğine zarar vermeye yönelik bir süreçtir. Odabaşı’nın metninde “bütün ışıkları yakmalı”yı üzerine çeken kişi ya da kişiler, ne var ki, toplumun topyekûn yıkıma uğramasını isteyecek son var olan kişi ya da eşhâs değil, şey ya da şeyler’dir. Akın’ın izler şiirindeki “şeylerin uğultusu” tamlamasını da bu bakış açısıyla değerlendirebiliriz. “Şeylerin uğultusu arasında yaşlanan insan için ya her işitilen bir uğultudur ya da toplumun kendisi salt ‘bir şey’ olagelmiştir”. Toplum, konuşmak yerine uğuldamaktadır. Aralarında kalınan “insanlar topluluğu, “şey” gibi görülmekte; uğultu ise, “bu insan topluluğunun yerli yersiz ve boğuk bir şekilde çıkardığı seslerolarak anlamlandırılmaktadır.

Ancak şair, toplumu sadece şey olmaktan öteye götürmek amacına-bazen bilinçli bir şekilde olmasa da- hizmet eder. Belki bu amaçla yola çıkmaz. [İlhan Berk,  Aforizmalar’ındaviii, “Yazarak faydalı olmak... Hiç düşünmedim bunu, Bir sığınma gibi gelmiştir bana bu.” derken haklıydı belki de]. Yola çıkmak için yaşamaz. Yolda olduğunu, yürümek zorunda olduğunu bilir çünkü. Yürümek zorunda olduğu için yürür. Ama yürür! Elini kolunu sallayarak yürüyemez. Tamam, dağınıktır o. Ama dağınık olduğu kadar da titizdir. Yoksa şiir yazamaz. Bir parçası olduğu nesneler karmaşasının çevrimine dağınıklığı sebebiyle kendisini kaptırır. Titizliği ise o birbirine girişik, karmakarışık nesneler dünyasından (eciş bücüş, italik ve el yazısıyla yazılmış harfler dünyasıdır bu biraz) onu çekip alır ve kaçınılmaz bir noktaya ulaştırır. Orası da ancak ve ancak düşünce’nin Araf’ı olacaktır. En nihayetinde düşündükçe kendini yitiren, düşündükçe kendine gelen biri olur o. Ne ki şiirinin yanında olan, şiirini taşıyabilen ve doğal olarak şiirinin onu taşıdığı biri. Muhakkak o da herkes gibidir, ama hiç kimseye benzemez. Şair, bir bakıma Cennetle Cehennemi bir arada yaşadığı bu dünyada, Cennet ve Cehennem’den ayrı bir âlem olan iç dünyasının iplerini bileklerine dolayıp, oradaki tekmil eşyayı yeni bir biçimle dışa taşır. Çünkü onun kuyusunda artık vardır membaı tükenmeyen bir, Su. Kuyuya indirdiği kovası her hâlükarda dolu olarak yukarı çıkacaktır. Ne var ki şair, bu eylemi en çok da yaşamak için yapar (o suya en fazla onun ihtiyacı vardır). Sanat ya da toplum için çekmez suyunu kuyusundan. İşte bu nedenle sürekli sus’ulan bir coğrafyada meskûn ise insan ve toplum,

“sonra işte yaşlanılır”.

Ve bildiğiniz gibi: “yaşlılar cennete giremez!” (biz de yaşlı bir toplum, bir cemaat, bir herhangi “şey” isek ya?!). Bu yüzden, susup bekleyerek yaşlanmak fuzulî bir iş. Doğru olan, susup bekleyerek gençleşmektir. Cenap Şahabettin’in Tiryaki Sözleri’nde karşılaştığım; “Şiir daima gençtir: ruhunuzda onun hayatını duyduğunuz müddetçe, ihtiyarlamadığınıza hükmedebilirsiniz.” ix ifadeleri de bu hakikati mesnet alır türden. 
Susmak mastarının kullanılmadığı bir şiir

 Gülten Akın’ın “sonra işte yaşlandım” ifadesini buraya kadar ancak bu çizgide yorumlayabileceğimizi söylesek de, “izler” şiirinin devamındaki şu dizeler, bu söylemimizde gerçekçi olamayacağımızı gösterir bize:

“ ...
ağrıya ağrıya nara dönüştüğünde
açtılar içinden sözler çıktı ”         ( sf. 18 )

İşin bu noktasında şöyle bir tahlil yapabiliriz:

Bu dönüşümsel süreçte yani “susku” denilen evrede insan mutlak bir ızdıraba tutulur. Bu ızdırap anbean töz değiştirip varlığını bir zaman sonra “söz” olarak sürdürür (ondandır tam deminde söylenen sözlerin âteşi). Sözle birlikte sözün zilyedi de, “hamdım, piştim, yandım” nevinden bir başkalaşımdan geçer. Başka iken, kendisi olur! Hamken hâmûş olan, pişince sussa da konuşur. Hamken konuşanın sözleri ise, ancak süfli bir uğultudan, lâfügüzafdan ibarettir. Ham iken genç, ihtiyarken pişmiş değildir o. Pişince gençleşebilir yalnız… Bir şeftali düşünün! Nasıl ki tüylenmedikçe gerçek kıymetine binmez, yine öyle ağızdan çıkacak olan da dönüşünce nâra, o zaman söz olur, kendi gerçekliğine erer, güzelleşir ve değer kazanır.

Nihayetinde diyebiliriz ki: şiir, insanı gençleştirir. Çünkü Cenap Şahabettin’in de dediği gibi, “şiirdaima gençtir”. Şiirle sahih manada iştigâl eden her insan bu sebeple genç bir ruha sahip olur ve o ruh hâli ile son nefesini verir. Mesnevî'nin dibâce kısmı da bildiğimiz üzere "sözün kısa kesilmesi gerektiği" mesajıyla bitmekteydi. Çünkü “ham olan pişmiş olanın hâlinden anlamaz”dı! Özgün biçimiyle söyleyelim: “der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm/pes sühan kûtâh bâyed vesselâm (ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar / o halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm)”. İhsan Oktay Anar da muhtemelen Mesnevî’nin dibacesinin bu bitiş beyitlerine vurgu yaparak Suskunlar'ı "belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu..." cümlesiyle bitirmişti. Bütün bunlardan dolayı şiir; güzelliği, zenginliği, ölümsüzlüğü ve hakikati sadece anlatmanın değil, kim bilir onlara sahip olmanın da en iyi yoludur. Merhum Turgut Cansever, Ömer Madra-Fuat Şahinler ikilisinin kendisiyle yaptığı, Aralık 1989’da Arredamento Dekorasyon Dergisi 11. Sayı’da yayımlanan röportajda, pek çok söyleşi ve yazısında da ifade ettiği gibi: “Müzik her zaman insanın dünyasında yer almak mecburiyetinde; keza şiir de. Çünkü güzel sözle, güzel metaforlarla insanın dünyasını zenginleştirmektedir”x demişti. Ve o da diğerleri gibi zengin ve güzel biri olarak ve aslında daha genç iken sustu.

Bizler de bu denli susamışken, sözün ve her şeyin güzel olanına, hakikatin kurnalarından kana kana içeceğimiz bengisuyla suspus olup, umuyoruz ki gün günden “sonra işte gençleşecek” ve gencecik dirilerek Cennet’e gireceğiz.

Ama evvelâ suskudan nasibimize düşeni alarak..
                                                                                       

Sonnot 

i-    Sonra İşte Yaşlandım, Gülten Akın, YKY, 1995
ii-   İyot, Ahmet Güntan, YKY, İstanbul, Haziran 2006, sf: 28
iii-  Dilin Gücü, Nermi Uygur, ilk basım: 1962, Kitap Yayınları; 1997: YKY, İstanbul
iv-   bkz: http://www.tdk.gov.tr; TDK Okul Sözlüğü, Ankara, 2000, sf: 986
v-   Ah, Alper Gencer, Varlık Yay., İstanbul, 1. basım 2005, sf: 37
vi-   Tanpınar’ın Mektupları, Dergâh Yay., İstanbul., 1992, sf: 248
vii-  Romeo-Juliet, Shakespeare, Antik Dünya Klasikleri, İst, 2005, sf: 83, Çeviri:Tolga Sağlam
viii- Adlandırılmayan Yoktur ( Aforizmalar), İlhan Berk, YKY, 2006, sf: 45, aforizma 33
ix-  Tiryaki Sözleri, Cenap Şahabettin, Ata Yay., sf: 45
x-   Kubbeyi Yere Koymamak, Turgut Cansever, Timaş Yay., 2007, sf: 38

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güzelliği Bağışlayan / Damla Nur AKKİRPİ

Bağışlayın, benim de güzelliğim var. Beni koruyan peygamberin omzuna yaslanıp zamanı seyrediyorum. Tam da bu zamanlar kadınlık çağım görmediğiniz, ışıklı suda bekleyen o çocukları ben doğuracağım. Bağışlayın ama benim de güzelliğim var. Çocukluğumdan attığınız top canımı kırdı, Bana bir can borcunuz var. Gerekirse toplayın pılımı pırtımı başka şehire gönderin beni. Can kırıkları olmayan bir şehire, kanımdan kesik götüreceğim. Ben ki bir peygamber ümmetiyim, benim en korunaklı yanım peygamberim. İnanmayacaksınız ama benim de güzelliğim var. Ellerimde açan deniz, çiçeklerden erken getiriyor baharı. Ben şimdi bir doğu, bir batı kanadıyım yaşamın. Dünyanın yuvarlak oluşundan evrilen, harita kadar derin bir noktayım peygamberlerin yüzünde. Bağışlayın, benim de güzelliğim var. Şu çirkin yağmurunu sileyim gözlerimin bir de bana öyle bakın, peygamber gözüyle. Dudaklarımdaki ilahiyi sessizliğimden tadın. Bağışlayın, bağışlayın ama benim de ...

2. MİNYATÜR ÇALIŞTAYI YİRMİ SANATÇININ KATILIMIYLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ…

   2. MİNYATÜR ÇALIŞTAYI YİRMİ SANATÇININ KATILIMIYLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ… Sanatçıçalışıyor tarafında düzenlenen 2. Minyatür Çalıştayı, Kocaeli Karamürsel ve Yalova Altınova’da yirmi sanatçının katılımı ile gerçekleştirildi. Kastamonu Üniversitesi Kültür Sanat Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen çalıştay, Doç. Ruhi Konak başkanlığında projelendirilerek gerçekleştirildi.             22 Ağustos 2002 pazartesi günü saat 09.00’da Karamürsel Öğretmenevi etkinlik salonunda başlayan çalıştay, aynı gün 18.00’da Yalova Elgelsiz Sanat Galesi’nde açılışı Vali Muammer Erol, Emniyet Müdürü Göksel Topaloğlu ve İl Kültür Müdürü Şeref Tali’nin katılımıyla yapılan ‘Işılay Konak Kişisel Restorasyon Sergisi’ ve ‘Mine Dilber Kişisel Tezhip Sergisi’ ile devam etti. 23 Ağustos 2002 tarihlerinde Karamürsel Öğretmen evinde devam eden çalıştay 24 Ağustos 2022 çarşamba günü Altınova Belediyesi Hersek Lagünü Kuş Gözlemevi’nde gerçekleştirildi. Sabah Gözlem...