“Bir roman kadar uzun bu tümce,
-sonra işte yaşlandım…”
Gülten Akın, “Sonra İşte Yaşlandım” kitabına
yukarıdaki dizelerle başlıyor. Yani “kısa şiir/...”lerin “bir’incisiyle. Öyle
gözüküyor ki bu sesli ifade (sonra işte yaşlandım), daha en baştan kitabın
bütününde kullanılacak yöntemin sunumunu yapıyor okuyucuya. “Sizlere birkaç
tümcelik adımlarla, çok bir yol aldıracağım” deniliyor. Çok sesli ifadelerle
birer monolog-şiiryaratılacak kanısı veriliyor. Elbette konu bütünlüğünün
bozulmaması için şu açıklamayı yapmamız gerekir. Şiirin başlı başına bir
monolog olduğu düşünülebilir. Onun, bir dışa vurumdan farklı olarak, bir iç
konuşma olduğu gerçekliği yadsınamaz. Fakat kendi havzasında oluşturduğu özgün
dil nedeniyle monolog’dan semantik bakımdan da ayrılır. Bundan dolayı,
kitaptaki bu yaklaşım biçimini şöyle ifade etmemiz daha doğru olacaktır:
Yazıda “sonra işte yaşlandım” dize’sinin,
‘dizecik’ kelimesiyle ifadelendirilmesinin sebebi, kitaptaki “kısa şiir/…”leri
oluşturan unsurları küçümsemek değil; kitapla aynı adı taşıyan bu üç kelimelik
giriş metninin (sonra işte yaşlandım) bir nevi ‘kardeşlerini’ gün yüzüne
çıkarıp aynı kapta harmanlayarak bütünde işaret edilen birkaç noktanın altını
çizmektir.
Ahmet Güntan’ın İyot’taii şiir ve
şairler için kullandığı bir ifade var: “Şair yaratmaz, arar ve bulduğunu hiç
bozmadan yavaşça yere indirir…”. Bu ifade, özellikle “hiç bozmadan” ibaresi,
şiir tahlilinin bir takım sakıncaları olabileceği düşüncesine de götürüyor
bizi. Belki de kesif ve zorlu bir arayış sonrasında bulup ortaya koyduğu
“şiir”, şair için baş tacıdır. Bir balmumu heykeli kadar değerlidir. Camdan
kafesler içindedir o. Dokunulmaya gelmez. Bir bakıma kutsaldır. Şairin
kutsalıdır şiir. Birer elmas hükmündedir (kimilerinin şiirlerini “bebek”leri
gibi görmesi ve onlara bu gözle bakması da bu sebeple olsa gerek). Bu yüzden,
bir şiir tek başına ve çok fazla irdelenmemelidir. Şiiri vak’a incelemesi yapar
gibi teferruatıyla açınsamak, onu ancak dar bir kalıba sokmaktır. Bu yazının
amacı da, bu bağlamda düşünüldüğünde, Gülten Akın’ın “Sonra İşte Yaşlandım”ı
üzerinden sadece “susmak” izleğine sadece kısa bir yorum getirmektir.
Buradan hareketle, yazının
başlığında kullandığımız “susku” kelimesini açımlayabiliriz. Hilmi Yavuz’un da
sıkça kullandığı bu kelime, “susma, az konuşma, sükût” gibi anlamlara
gelmektedir. Gülten Akın da kitabında birbiri ile benzeşen bir takım
dizeciklerle “sonra işte yaşlandım” savını desteklemek için “susku”ya
başvurmuş. Şair, hem “sus, susuş, susma, susarsın, susa susa, susabilseydim,
sustum, susup ” gibi kelimelere oldukça fazla yer vermiş; hem de içinde
“susmak” eyleminden türetilmiş herhangi bir kelime bulunmayan bazı şiirlerde
“eylemin kendisini” konu edinmiş. Bu nedenle tutarlı ve birbiri ile ilintili
bir bakış açısı verebilmek için, şairin bu tutumunu “susmak mastarı ve
türevlerinin kullanıldığı birkaç şiir” ve “susmak mastarının kullanılmadığı bir
şiir” diye iki ayrı başlık altında ele almak istedim.
Susmak mastarı ve türevlerinin
kullanıldığı birkaç şiir
Gülten Akın, “kısa/şiir…”lerin
yedincisinde şöyle diyor:
“
sözlerin bumerang gibi
döner yaralarsa beni
ağzın dilin gereksizdir
susarsın! ” (sf. 17)
Şiirin susku boyutunda kısa bir
değerlendirmesi yapılırsa; “sözlerin”, “dilin” ve “susarsın” kelimelerinin
birbirine ne kadar yakın olduğu anlaşılabilir. Dört satırlık bu kısa şiire ve
-yazının ilerleyen bölümlerinde görülebileceği üzere- kitabın büyük bir kısmına
hâkim olan “sonra işte yaşlandım” savının altında yatan neden hemen fark
edilebilir. Şair, kendince anlam yüklediği bu yaşlanma süreci boyunca
fazlasıyla iştigal ettiği eylemin “susmak” olduğu mesajını vermeye
çalışmaktadır. Öyle ki bu sükûnet, bu susuş silsilesi; “dil” ve “söz”
kelimelerinden de çıkarsayacağımız gibi (içten ya da dıştan) çok sesli bir
şekilde imlenmektedir.
Kitapta “söz”le ilgili en dikkate
değer şiirlerden biri, “dilaltı” şiiri. Şair, dilaltı’nda aşk olgusuna gönderme
yapmış. “Dil”i, “aşk”ı açıklamak için
aracı olarak kullanmış. Kendisiyle söyleşip durduğu bu sürecin en büyük parçası
ise yine “susmak”:
“…
o öncede durdu, dilin
altında/tadı usul, küçük, ömre taşınarak/bir yılan gömleği, bir simge/belki bir
isim/bir im taşımazsa görmez, yok olur..
ben için değildi, ben
içindeydi/susabilsem bir kendimi/söyleşmeyebilsem/sonsuza dek orda kalır..
ölsem aklımla, farkında her şeyin
farkında/o bende kendini bilir/olunca aşk, yürümek, kâr zarar..
çekilir/yalnız karanlık olur aşk
olur..” (sf. 15)
Akın, dilin altında konuşlanmış,
aşkı açığa çıkaracak başka bir dilden bahsediyor. Görünen o ki; onu açığa
çıkarmaktan da yana değil. Bu olgunun, dilaltında; yani saklıda, sözcüklerin
uzağında, giysisiz, yalın, hiç kimsenin yakasına iliştirilmemiş bir kimliğe
sahip olmasını; ikinci kesitteki “-ebilsem”lerle ve “sonsuza dek orada kalır”
tümcesiyle açığa vuruyor. Bunu gerçekleştirebilmek için de susması, belki de
içsel bir arayışa girmemesi gerektiğini vurguluyor.
“Dilaltı” şiirinin hareket ya da
daha doğrusu hareketsizlik alanına bir tür değişmezlik, durağanlık eğiliminin
nüfuz ettiğini de görüyoruz. “Sonsuza dek orda kalır”, “yalnızlık”, “karanlık”,
“görmez yok olur” ibarelerinden anlaşılan o ki, dilaltı’nın sathına durağan bir
görüntü verilmek istenmiş. Buna ek olarak, şiirin iç çizgileri içerisinde,
sessiz sakin bir gök resmi yapılmış. Şöyle ki, “susku”nun özünü de oluşturan bu
durgunluk, kendini “kısa şiir/altı”da, şu satırlarla daha bir öne çıkarıyor:
“ her konuşma bir şeyi değiştirir
hayatımızda
sustum durdum geriye geriye
çekilerek ” ( sf. 16)
Bu sözlerle, bir yandan “konuşma”
eyleminin önem ve işlev bilgisinin sunumunu yapan şair, bu gereksinim odaklı
gerçekliğin farkında olduğunu belirtirken; öte yandan “dilaltı”ndaki durağan
olma durumunu en üst seviyeye çıkarıyor. Durmanın ötesinde bir de geri
çekiliveriyor. Bu tehlikeli addedilebilecek yol üzerinden, yaşamındaki
“kalıcılık/değişmezlik” olgusunun sonsuz kere olumsuz bir anlam kazandığı
savını tanıtlıyor! Sustukça değişiklikten uzaklaşıyor (değişimden değil).
Konuşmaktan uzaklaştıkça eskiyor. Bu bağlamda, “sonra işte yaşlandım”
ifadesinin kuytu köşelerinde akışkanlığını koruyan “susku”nun, bu anlam
örüntüsüne ne denli gizli bir edimle katkıda bulunduğunun ayırtına varıyoruz.
Akın, kendi metodolojik duyarlılığıyla; “susmak, insanı yaşlandırıyor” diyor
bize.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde,
örneğin “izler” şiirinde de bu durum açıkça belirtilmekte:
“susup bekleyerek yaşlanıyordu
şeylerin uğultusu arasında
…” ( sf. 18 )
Kuşkusuz, bu dizeler tahlilimiz
için hayati birer ipucu niteliğinde. Çünkü
“sonra işte yaşlandım” savına karşın, şaire yönetebileceğimiz muhtemel
bir “neden sonra?..” sorusunun kati cevabı veriliyor:
“susup bekleyerek”.
Başka bir düşünüşle; bu durum,
“konuşma” eylemine hem şairin, hem de bir fert olarak içinde bulunduğu toplumun
değerleri çerçevesinde yaklaşma imkânı sunuyor bize. Bu noktada konuyu
genişletebilmek için “susmak” konusuna değinen birkaç başka söyleme başvurmak
faydalı olacak.
Nermi Uygur (1925–2005), “Dilin
Gücü” iii isimli kitabında “susmak” üzerine: “Susmayı övmeyeceğim, yerecek de
değilim. Gerçeklikteki insan ise, hep susmaz. Susamaz çünkü, susmaması da
gerekir. Var olması konuşmasına bağlıdır. Yaşama eylemlerimizin temel direği
susmak değil, konuşmaktır. Toptan susalım, toptan yok oluruz. Tüm susmak
yıkımdır insan için. Konuşma insan olmanın koşuludur.” söyleminde bulunuyor. Susmanın, var olmanın
aksine insanı yok olmaya doğru sürükleyen bir eylem; konuşmanın ise bir
gereklilik olduğunu belirtiyor. Kitaptan alıntılanan yukarıdaki bölümde dikkat
edilesi bir kelime var:
“ tüm ”.
Paragraf, “tümden susmanın” önemini
vurguluyor bütünde. Bu tüm’lük, hem eylemin kendi penceresinden bakılarak hem
de birey-toplum temelinden hareketle değerlendirilebilir. Metinde, “toptan susalım, toptan yok oluruz.”
denilmiş. “Toptan” kavramı, her ne kadar bazı kaynaklarda-konumuzun kapsamına
göre baktığımızda- sadece “toplu bir biçimde, topluca, bütünüyle, tümüyle”iv
karşılıklarında kullanılsa da, sanki bu kısımda, “gerçeklikteki insan ise, hep
susmaz” tümcesindeki “hep”ten de kavranılabileceği gibi, “her zaman, sürekli
olarak” zarflarının ihtiva ettiği anlama da sahip. Yani ‘daima ve topluca
susmak’, sonu kaçınılmaz bir yıkıma varacak fırtına öncesi hali gibi gözüküyor.
Nermi Uygur’un bu tespitine göre: bireyin susması, toplumu yıkıma götürecek bir
davranış biçimi. Fakat tabi ki toplumun bu durumu dışavurum biçimi farklı:
“susma! sustukça! sıra sana gelecek!”
Ne var ki bu slogan
toplumsallıktan çok bireyselliğe vurgu yapıyor. Bireyin nasıl davranması
gerektiği yönünde insanlara telkinde bulunuyor. “Birey katiyen susmamalıdır”
diyor. Burada bireyin susmaması bir toplumun kalıcı olmasındaki başat etken
olarak öne çıkıyor. Aslında “sıra sana gelecek” ifadesi, insanların çok yönlü
bir birliktelik içinde olduklarını unutturur türden. Normal koşullarda, dış
dünya ile her türlü iletişimini kesip dört duvar arasında “kendi sessizliğine”
çekilen insan, elbette kendi iç sesinden başka ses işitemez. O başka sesler
gelip kapısını çalıncaya kadar da onlarla tanışık olamaz. Ancak bu
tanışıksızlık, bu kendine çekilme işi bu denli kolay uygulanabilir değil artık.
Çünkü dünya kendi sessizliğimize çekilecek kadar büyük olmaktan çıktı. Global
sınırlar, insanı iç sesiyle tamamen baş başa bırakmayacak kadar genişledi.
Bugünlerde, “‘toplum, ülke haritası, nüfus kâğıdı, şehir’ vb. çeşitli
sınıflamalar yapan pek çok olgunun birkaç on yıl sonra sözlüklerden
silineceğinden” bahseden çeşitli şehir efsanelerinin kol gezdiği bir süreçten
geçiyoruz. Bu nedenle, “susma! sustukça sıra sana gelecek” sloganı; sıra
kendisinde olanların karanlık sessizliğinin, henüz kendisine sıra gelmemişlerin
sessiz karanlığı olduğu hakikatine, çok yönlü birliktelik doğrusu üzerinde eksi
yönde bir artı koyuyor gibi…
Bu noktada Yılmaz Odabaşı’nın
“Var Git Artık” isimli metninde geçen şu ifadelere yer verebiliriz:
“…
hep susmak
susmak
yetmiyor bazen
işte bu yüzden
bütün ışıkları yanmalı yeryüzünün
ozanlar her şeyi anlatmalı…”
Ozanların her şeyi anlatması
gerektiği kanısı akla pek uygun değil. Bir şair¬-kendi sessizliğinin yağı ile
kavrulan biri olmayan fakat topluma faal olarak katılan bireylerden biri
olarak- her şeyi değil, bir bakıma yaşadığını yani tecrübe ettiğini
aktarabilir. Çünkü şiir, istenilen zamanda ve herkesçe üstünkörü bir şekilde
oluşturulabilecek basit bir kurmaca olmasa gerek. “Yaşadığını kaleme almak,
düşüncelerini genel geçer ya da gerçek ve özgün bir ele alışla topluma
yansıtmak”, Odabaşı’nın metninde ifade edilenin aksine, sadece bir gereksinim
değil; gereksinimden öte bir sorumluluktur da. En azından, Nermi Uygur’un
dillendirdiği gibi: ‘konuşma, insan olmanın koşulu’ysa ve yıkıma uğrayıp
uğratmamak ereğinin temel alındığı bir yaşam biçimi benimsenmişse, susku’ya bel
bağlamak ne toplumun ne de bireyin kendi dirlik ve gönenci için gerekli bir
koşul olamaz. Bu nedenle, Gülten Akın’ın “susup bekleyerek yaşlanıyordu...”
demesinin muayyen bir nedeni olmadığı sürece, kabul edilebilir bir yanı da yok.
Tabi, bu söylemlerimiz işin şair
olma boyutunda değer kazanmaktadır. Şairin susmak gibi asıl bir niyeti
olmamalı. Alper Gencer, “Ah”v isimli şiir kitabında “susmak sesimin sağ kalma
temennisi…” demişti örneğin. Şairin davranış biçimi ancak bu olabilir. Susmak,
şair için yaşamak temennisinde bulunmaktır (buradaki yaşamak kelimesinden
sadece nefes alıp vermek, bir takım ihtiyaçlarını gidermek, gününü gün etmek
gibi manalar çıkarılmamalı elbette). Şair hiç şüphesiz sesinin diri kalmasını
arzular. Onun için budur yaşamak. İçindeki sesi bütün varlığıyla duyumsuyorsa
yaşıyor demektir. Bu nedenle, Erdem Bayazıt’ın “Karanlık Duvarlar” şiirinde
söylediği gibi zaman zaman susmanın kalesine sığınır (“Bunalıyorum:.. susmanın
kalesine sığınıyorum/önümde karanlıktan duvarlar/sırtımda insan yüklü bir gök
var”). Kim bilir bunalmıştır. Kaçınılmaz bir hiddetin kucağına düşmüştür.
İçinde bulunduğu hengâmede, yorgun elleriyle hiddetini yoğurur (hiddeti,
önündeki karanlık duvarları ısrarla, pervasızca ve sinsi bir şekilde inşa
edenleredir). O zamana dek yeterince ve yerli yerinde konuşmuştur aslında.
Dinlenme vaktinin geldiğinin farkındadır. Çekilip gönül hanesine soluklanmaya
durur. O, bir başına soluk alıp vermede, başkaları ise onu dinlemededir.
Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup”undavi, “…şiir, söylemekten ziyâde bir
susma işidir.” der. Şair, susmasını; dahası neden ve ne zaman susması
gerektiğini bilir. Konuşmak için susar. Susarken konuşur. Onun konuşması, Halil
Cibran’ın, şu an nerede söylediğini anımsayamadığım, “Bana susmayı ver, gecenin
hücumlarına meydan okuyayım.” sözlerinde olduğu gibi; en karanlık ve korkulu
vakitlerde, en dayanılmaz haksızlıkların karşısında dik durabilmek için bir
kalkan, bir silah mesabesindedir. Şairin asıl niyeti bu bağlamda susmak değil;
aksine daha tok bir sesle konuşmak, “gecenin hücumlarına meydan okumak” için
susku’nun limanına demirlemektir.
Bu noktainazardan verebileceğimiz
bir başka örnek de, Shakespeare’ın aşk temasını işleyen en önemli eserlerinden
(trajik drama) Romeo Juliet’deki iki başkahramandan (protagonist) biri olan
Juliet’in, oyunun V. sahnesinde yan karakterlerden (antagonist) Nurse’e,
yaşlıları betimlemek için kullandığı şu dizeler olabilir:
“Ama bu yaşlılar yok mu, ölü taklidi
yaparlar/kurşun gibi ağır, yavaş, hantal…”vii
Buradaki “ölü taklidi”
tamlamasından anlaşılan o ki; yaşlılık, özünü sessizliğin oluşturduğu tehlikeli
bir durumdur. İnsanı hantallaştırdığı kadar insana zarar verme eğilimine de
sahiptir. Kurşun kadar yaralayıcı bir nesnedir. Fakat serseri bir kurşun da
olabilir, bu. Çünkü aynı zamanda etraftaki canlıların da beden ve ruh dirliğine
zarar vermeye yönelik bir süreçtir. Odabaşı’nın metninde “bütün ışıkları
yakmalı”yı üzerine çeken kişi ya da kişiler, ne var ki, toplumun topyekûn
yıkıma uğramasını isteyecek son var olan kişi ya da eşhâs değil, şey ya da
şeyler’dir. Akın’ın izler şiirindeki “şeylerin uğultusu” tamlamasını da bu bakış
açısıyla değerlendirebiliriz. “Şeylerin uğultusu arasında yaşlanan insan için
ya her işitilen bir uğultudur ya da toplumun kendisi salt ‘bir şey’
olagelmiştir”. Toplum, konuşmak yerine uğuldamaktadır. Aralarında kalınan
“insanlar topluluğu, “şey” gibi görülmekte; uğultu ise, “bu insan topluluğunun
yerli yersiz ve boğuk bir şekilde çıkardığı seslerolarak anlamlandırılmaktadır.
Ancak şair, toplumu sadece şey
olmaktan öteye götürmek amacına-bazen bilinçli bir şekilde olmasa da- hizmet
eder. Belki bu amaçla yola çıkmaz. [İlhan Berk,
Aforizmalar’ındaviii, “Yazarak faydalı olmak... Hiç düşünmedim bunu, Bir
sığınma gibi gelmiştir bana bu.” derken haklıydı belki de]. Yola çıkmak için
yaşamaz. Yolda olduğunu, yürümek zorunda olduğunu bilir çünkü. Yürümek zorunda
olduğu için yürür. Ama yürür! Elini kolunu sallayarak yürüyemez. Tamam,
dağınıktır o. Ama dağınık olduğu kadar da titizdir. Yoksa şiir yazamaz. Bir
parçası olduğu nesneler karmaşasının çevrimine dağınıklığı sebebiyle kendisini
kaptırır. Titizliği ise o birbirine girişik, karmakarışık nesneler dünyasından
(eciş bücüş, italik ve el yazısıyla yazılmış harfler dünyasıdır bu biraz) onu
çekip alır ve kaçınılmaz bir noktaya ulaştırır. Orası da ancak ve ancak
düşünce’nin Araf’ı olacaktır. En nihayetinde düşündükçe kendini yitiren,
düşündükçe kendine gelen biri olur o. Ne ki şiirinin yanında olan, şiirini
taşıyabilen ve doğal olarak şiirinin onu taşıdığı biri. Muhakkak o da herkes
gibidir, ama hiç kimseye benzemez. Şair, bir bakıma Cennetle Cehennemi bir
arada yaşadığı bu dünyada, Cennet ve Cehennem’den ayrı bir âlem olan iç
dünyasının iplerini bileklerine dolayıp, oradaki tekmil eşyayı yeni bir biçimle
dışa taşır. Çünkü onun kuyusunda artık vardır membaı tükenmeyen bir, Su. Kuyuya
indirdiği kovası her hâlükarda dolu olarak yukarı çıkacaktır. Ne var ki şair,
bu eylemi en çok da yaşamak için yapar (o suya en fazla onun ihtiyacı vardır).
Sanat ya da toplum için çekmez suyunu kuyusundan. İşte bu nedenle sürekli
sus’ulan bir coğrafyada meskûn ise insan ve toplum,
“sonra işte yaşlanılır”.
Ve bildiğiniz gibi: “yaşlılar
cennete giremez!” (biz de yaşlı bir toplum, bir cemaat, bir herhangi “şey” isek
ya?!). Bu yüzden, susup bekleyerek yaşlanmak fuzulî bir iş. Doğru olan, susup
bekleyerek gençleşmektir. Cenap Şahabettin’in Tiryaki Sözleri’nde
karşılaştığım; “Şiir daima gençtir: ruhunuzda onun hayatını duyduğunuz
müddetçe, ihtiyarlamadığınıza hükmedebilirsiniz.” ix ifadeleri de bu hakikati
mesnet alır türden.
Susmak mastarının kullanılmadığı
bir şiir
Gülten Akın’ın “sonra işte yaşlandım”
ifadesini buraya kadar ancak bu çizgide yorumlayabileceğimizi söylesek de,
“izler” şiirinin devamındaki şu dizeler, bu söylemimizde gerçekçi
olamayacağımızı gösterir bize:
“ ...
ağrıya ağrıya nara dönüştüğünde
açtılar içinden sözler çıktı
” ( sf. 18 )
İşin bu noktasında şöyle bir
tahlil yapabiliriz:
Bu dönüşümsel süreçte yani
“susku” denilen evrede insan mutlak bir ızdıraba tutulur. Bu ızdırap anbean töz
değiştirip varlığını bir zaman sonra “söz” olarak sürdürür (ondandır tam
deminde söylenen sözlerin âteşi). Sözle birlikte sözün zilyedi de, “hamdım,
piştim, yandım” nevinden bir başkalaşımdan geçer. Başka iken, kendisi olur!
Hamken hâmûş olan, pişince sussa da konuşur. Hamken konuşanın sözleri ise,
ancak süfli bir uğultudan, lâfügüzafdan ibarettir. Ham iken genç, ihtiyarken
pişmiş değildir o. Pişince gençleşebilir yalnız… Bir şeftali düşünün! Nasıl ki
tüylenmedikçe gerçek kıymetine binmez, yine öyle ağızdan çıkacak olan da
dönüşünce nâra, o zaman söz olur, kendi gerçekliğine erer, güzelleşir ve değer
kazanır.
Nihayetinde diyebiliriz ki: şiir,
insanı gençleştirir. Çünkü Cenap Şahabettin’in de dediği gibi, “şiirdaima
gençtir”. Şiirle sahih manada iştigâl eden her insan bu sebeple genç bir ruha
sahip olur ve o ruh hâli ile son nefesini verir. Mesnevî'nin dibâce kısmı da
bildiğimiz üzere "sözün kısa kesilmesi gerektiği" mesajıyla
bitmekteydi. Çünkü “ham olan pişmiş olanın hâlinden anlamaz”dı! Özgün biçimiyle
söyleyelim: “der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm/pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
(ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar / o halde
sözü kısa kesmek gerektir vesselâm)”. İhsan Oktay Anar da muhtemelen
Mesnevî’nin dibacesinin bu bitiş beyitlerine vurgu yaparak Suskunlar'ı
"belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu..." cümlesiyle
bitirmişti. Bütün bunlardan dolayı şiir; güzelliği, zenginliği, ölümsüzlüğü ve
hakikati sadece anlatmanın değil, kim bilir onlara sahip olmanın da en iyi
yoludur. Merhum Turgut Cansever, Ömer Madra-Fuat Şahinler ikilisinin kendisiyle
yaptığı, Aralık 1989’da Arredamento Dekorasyon Dergisi 11. Sayı’da yayımlanan
röportajda, pek çok söyleşi ve yazısında da ifade ettiği gibi: “Müzik her zaman
insanın dünyasında yer almak mecburiyetinde; keza şiir de. Çünkü güzel sözle,
güzel metaforlarla insanın dünyasını zenginleştirmektedir”x demişti. Ve o da
diğerleri gibi zengin ve güzel biri olarak ve aslında daha genç iken sustu.
Bizler de bu denli susamışken,
sözün ve her şeyin güzel olanına, hakikatin kurnalarından kana kana içeceğimiz
bengisuyla suspus olup, umuyoruz ki gün günden “sonra işte gençleşecek” ve
gencecik dirilerek Cennet’e gireceğiz.
Ama evvelâ suskudan nasibimize
düşeni alarak..
Sonnot
i- Sonra İşte Yaşlandım, Gülten Akın, YKY,
1995
ii- İyot, Ahmet Güntan, YKY, İstanbul, Haziran
2006, sf: 28
iii- Dilin Gücü, Nermi Uygur, ilk basım: 1962,
Kitap Yayınları; 1997: YKY, İstanbul
iv- bkz: http://www.tdk.gov.tr; TDK Okul
Sözlüğü, Ankara, 2000, sf: 986
v- Ah, Alper Gencer, Varlık Yay., İstanbul, 1.
basım 2005, sf: 37
vi- Tanpınar’ın Mektupları, Dergâh Yay.,
İstanbul., 1992, sf: 248
vii- Romeo-Juliet, Shakespeare, Antik Dünya
Klasikleri, İst, 2005, sf: 83, Çeviri:Tolga Sağlam
viii- Adlandırılmayan Yoktur (
Aforizmalar), İlhan Berk, YKY, 2006, sf: 45, aforizma 33
ix- Tiryaki Sözleri, Cenap Şahabettin, Ata Yay.,
sf: 45
x- Kubbeyi Yere Koymamak, Turgut Cansever,
Timaş Yay., 2007, sf: 38
Yorumlar
Yorum Gönder