Bir kitap dışından algılansa da içinden anlaşılır çünkü dert içerden anlatılır. İnsan da böyle. İçeriden seslenir.. Yazar her kime sesleniyorsa o kişi, önce kendisidir. Bu bir yabancılaşma, bir çatışma, ötekini kendi olarak tanımlama girişimidir elbette. Ama çevre her ne kadar dışarı olarak algılansa da içerideki özdeşle anlam kazanır. Dışarıdaki nicelik içerideki nitelikle anlaşılır. Bu tür bir yakınlık ve ticaret dışılık anlamında, alıcıyı on ikiden vurmak yerine düşünceyi samimi bir şekilde okuyucuyla paylaşma girişimdir. Bunu önemsiyorum. Önemsiyorum çünkü ben bir doğulu ve daha önemlisi Müslümanım.
Müslüman, yakındır. Müslümanın mekânı, içeridedir; dışarıdaki cehennemi söndürecek suyu bile içerideki cennetinden taşır. O, “Ol!” diyenin emrine raptı zapt hizasında kulak asmıştır. Emirde, emniyet endişesi taşımadan “Ol!” diyene yanaşmıştır. Bu düzende özne, benlikle inşa edilmez. Çünkü Müslümanın bilgisi sadece gözleme dayanmaz ve psikoloji, bu deney dışı alana girememiştir. Orada hep bir tuhaflık bulur bu sebeple modern eleştirmen. Oysa Müslüman’ın söylediği şey, aynı zamanda başka bir şeydir de bunu sadece Müslüman olan anlar; başkası anladığında muhafazakâr, ılımlı, köktenci, vs. sıfatlar ekleyerek anlatır… Bunu kabul etmiyorum ve ben Ebuzer gibi Müslümanlardan bahsediyorum…
Ebuzer gibi Müslümanların mekânında benlik ve özne, hiyerarşi belirteci değildir. Müslüman’ın dünyasında özne, mekânın insana sindiği yerdir. Yani ruhun üflendiği içtir. Ruh çıkarsa özne iddiasını kaybeder. O halde Müslüman için özne de benlik de, kendinden bir eser olarak görünse de kendinden olmayan bir eserdir. Elbette burada mekân, batılı anlamıyla bir kap olarak mekân değildir. Müslüman’ın mekânı, bilincidir. O mekânda ayrılık ve vuslat, varlık ve yokluk kurulu düzendir. Veren de alan da Allah’tır.
Bütün bunları Müslüman için samimiyet, bilinçtir demek için söyledim. Müslüman’ın mekânı samimidir çünkü. Bunu şimdi daha iyi anlayacağımız bir kitaptan söz açarak ele almak istiyorum. DÜŞ SARISI: Yusuf Güroğulları’nın ilk hikâyelerini topladığı samimiyet mekânı. Öyle samimi ki rafta duruşuyla bile “Bir çay içelim mi abi?” diye sorarcasına kendine çağırıyor bizi. Biz de “Hadi o zaman aynı demlikten iki çay getir bize de DÜŞ SARISI’nı konuşalım.” diye karşılık vermekten alamıyoruz kendimizi. Alamadığımız için kurduk cümlelerimizi.
LAKİN Yayınları’ndan çıkan kitap, dört hikâyeden oluşuyor: Baloş, Düş Sarısı, Istırabınızı Göğsümde Hissediyorum, Kimse Kimsenin Kalbini Sormuyor Sevgilim. Yayıncının titizliğini yansıtır şekilde iyi tasarlanan kitap, sevecen sarı bir ciltle karşımıza çıkıyor. İsminin DÜŞ SARISI olması da bizi hüzne yaklaştıracağını haber veriyor.
İnsan hafızasıyla yaşar ve insan neyi anımsıyorsa odur. Bu açıdan bakıldığında DÜŞ SARISI’nda konu her ne kadar çeşitleniyor gibi görünse de yazarın hüzünde kalmış yaşam kesitlerini okuyucuyla buluşturma çabası seziliyor. Hikâyelerdeki bir çeşit dertleşme isteği hatta üçüncü kişiye söylemediğini artık herkesle paylaşma telaşı, insanın yüreğini avuçluyor.
Okuyucuyu Baloş adlı hikâyesiyle karşılayan Güroğulları, insanın kemal mekânında bulunuşunu, Âdem oluşun kâinata saklı sırrına Mazhar Hacı’nın yaşamında örneklendiriyor; karakterini karizmasının içi olarak belirleyen bireyin dünyayı ikram yeri olarak görmesinden hisse, Anadolu insanının er kişi diye tanımladığı yürekli adamdan bahsediyor bize. Hacı’nın bildiği, hacıannenin onayladığı, gelinin yaşadığı haliyle yazara göre de dünya, sınav yeridir. Sakladığın şey saklandığın örtü değilse korunağın yoktur burada. Sınavı başarmanın yolu dünyayı anlamak ve kendi dünyanı kemalde kurmaktır. Hacı da öyle yapıyor: “Dergâhı andıran evde tek geçer akçe “İnsanlık”tı. Kapının eşiğine kadar varlığıyla, kimliğiyle ve hatta bazen kibriyle gelen herkes, eşikten içeri girip de Hacıyla tanıştıktan sonra, sohbet ettikçe tüm maddi varlığından sıyrılır, “Adem”e yükselirdi. Bu evde geçerli tek kimlik Âdem kimliğiydi, yani “İnsanlık”tı.”
Baloş’taki derin ve üretken mekândan Düş Sarısı’na geçtiğimizde yazarın, “Belki de bir rüya görmüşte, hazanın hüznü rüyadan sızıyordu gerçeğe.” mısraında dillendirdiği gibi hakikat ile gerçekliğin çatışmasına şahit oluyoruz: Ali Kerem’in hakiki aşkı ile Şehper’in gerçekçiliği yazarın içselleştirdiği bir trajediye şahit kılıyor bizi.
“Aşk bir tehditti onun için, dünyasına birinin girmesi, ördüğü kozaya sığmaması demekti, kozası yırtılınca ne olacaktı peki? Aşk, zihninin kalabalığa karışması demekti çünkü…” dizeleriyle dünyasını tanımlayabileceğimiz Ali Kerem, ensest tecavüzüne uğramış Şehper’e âşık olarak ciddi bir gerçeklik eleştirisi yapar ve “Herkes “Yusuf”, herkes iffetli, herkes güzel, herkes temiz öyle mi? Kirlettiklerimizin hesabını veremeyeceğiz hiçbirimiz” sözleriyle sıradanlığa sataşır. Fakat bu sataşma Şehper’in aşkına karşılık vermesini sağlayamaz. Yazar bunun bilincinde biri olarak metninde, aşkın iyi yürekliliğin ödülü olmadığını ve dolayısıyla maşuk ile âşığın olağan ayrılığını belirtir.
“Istırabınızı Göğsümde Hissediyorum” isimli hikâyeye, “Kulaklarında seslerin, kalbinde kalplerin ağırlığıyla düşünüyordu, yatağında tavanı seyrederken.” mısraıyla başlayan yazar, işittiğimiz âlemle kalbimizdeki/ideal âlemin uyuşmadığı mesajını da veriyor. Bu mesaj bir tür gerçeklik eleştirisi barındırsa da sıradan içeriğiyle gerçeklik, zaten çelişki mekânıdır. Gerçeklik alanında çelişki oluşturmayanlar bir araya gelip biçim oluşturamazlar. Dolayısıyla biçim, bir çeşit kutuplaşma işidir ve sadece bu kutuplaşmayı sezenler, insanın kemal mekânına yönelmesi bağlamında fikir üretebilirler. Yazar bu işi o kadar samimi bir şekilde sezdiriyor ki, karakterlerinden birine “Abi ben önce Allah’ı sonra annemi seviyorum!” diye söylettiği mısraıyla, ideal âlemle gerçeklik âlemini çatıştırıp, tek nefeste sevginin iki türlüsünü anlatıyor bize…
Düş sarısındaki son hikâye olan “Kimse Kimsenin Kalbini Sormuyor”, yazarın şiirle harmanladığı bir metin olarak karşımıza çıkıyor. Diğer hikâyelerinde Sezai Karakoç, İsmet Özel, Çetin Alpagut ve Ruhi Konak’ın şiirlerini alıntılayarak hüznü şiirle besleyen yazar, bu hikâyede Sezai Karakoç’un Mona Roza şiirinden mısralarla okuyucuyu sentez alanında tutmaya çalışıyor. Bu hikâye, aşkın vaat edilenden başka bir şey olduğunu, aşktaki bireyselliğin toplumsallaşmaya ulaşamayacağını anlatıyor okura. Zira aşk insanın kendinde toparlanıp ötekinde parçalanıp dağılmasından başka bir şey değildir. Kendinde toparlananın maşuku da kendindedir artık. Tıpkı Sevmek Zamanı’ndaki gibi…
Yazarın önsöz yerine yazdığı sonsözde vefa, musallada taç oluyor insanın kalbine…

Yorumlar
Yorum Gönder