Üremenin cinsellikle
ilişkisi hakkında bilgisi olmayan ilkel insan, yaşamın kaynağı hakkında
bilinçsizdir. Nereden geldiğini bilemediği gibi nereye gideceğini de bilemez. Bu
muammadan kurtulmak için doğadan yansıyana özdeş fikirler üretir: Ona göre
yaşam, bilinçli ruh ve yetenekli bedenin çatıştığı biçimdir.
Ruh,
sürekliliği doğayla buluşturan bilinçtir. Beden, üretkenliği ve yeteneğiyle
ruha rahim doğa ve her koşulda dişi olan maddedir. Eril ise –
üremeye katkısı bilinmediği için- evrenin kustuğu uçarı bir tutsaktır: Doğası
ve doğrusu kendiyle sınırlı, bütünden kopuk, meçhul bir geleceğin komasıdır.
İlkel
insanın ruh ve madde ikileminde anlamlandırdığı bu varlık metamorfozu, erili
yalnızlığa itmiştir. Bu öyküsüz ve tarihsiz bağlamda, güçlü
ve yetenekli anaerkil bedene karşı eril beden güçsüz, varlığı nedensiz ve doğa
dışıdır.
Erilin
doğaya eklenmesi yaratılış efsaneleri ile gerçekleşir.
Ruhun
kaynaksız, erilin nedensiz gezindiği aşamada dişiyi doğayla özdeşleştiren akıl,
bu kez erili ruhla özdeşleştirir: İlkel ruh, yaratıcı unsur olarak
kaosun dışa vurduğu bilinç, biçimlendirici ve tanrıdır. Doğa ise bu bilinçle
aydınlanarak yeteneği açığa çıkan madde yani tanrıçadır.
Bu
yapıda arka planda bırakılan mutlak unsur biçimi, bilinç ve maddenin ayrıştığı
zıtlık ve bu zıtlığa bağlı sentezde gizler. Bu düzenekte yer olmaya meyyal bir
madde, gök olmaya meyyal bir bilinç vardır. Nicel olarak bitişik, nitel olarak
uzak bu iki yaratık birbirine muhtaç ve birbirine düşmandır. Bu düşmanlıktan
ötürü mitin başlangıcından buyana gök kutsal, yer tutsaktır. Göğe bakanlar
kurtuluşa, yere bakanlar tutsaklığa ramdır.
O
halde doğanın bilince karşı yenik düştüğü ilk öyküden bu yana kadın, erkeğin
önerdiği hiyerarşide mahcup ve maruzdur: Erkeğe göre, doğası yer olanın doğrusu
gökten gelmektedir. Oysa gökle özdeşleşip yere mahkum ettiğine karşı iktidar
kurma girişimi, erkeğin önyargısıdır. Bu önyargıyla erilin kişisizleştirmeye
çalıştığı kadın, iki çeşit soyut-lan-ma isteğine yönelir: Susmak ya da erile özdeşleşmek.
…
Kadının
evvel zamandan bugüne süregelen trajedisi birçok söz, söylem, hareket ve sanat
eseriyle eleştirilmiştir. Günümüz sanatçılarından Ali Düzgün’ün[1] resimleri de bu bağlamı
eleştiren nitelikli eserlerdir. Sanatçı resimlerinde, geleneksel bağlamdan
modern yaşama, tarih, toplum, din, töre ve ideolojilerin eril bir dille
biçimlendirdiği kadından söz etmekte; kadınının itildiği yalnızlığı, ifadeci
bir üslupla eleştirmektedir.
Biçim, ifade,
teknik özellikler açısından oldukça başarılı olan sanatçı, mekanları, alttan
üste doğru “V” şeklinde dikey gelişen diyagonal alanlar, yatay gelişen dağlar
ve bulutlu gökyüzü olmak üzere iki aşamada düzenlemekte; figürleri “V” formuna uygun olarak, gruplar halinde ayakta
veya oturur şekilde yerleştirmektedir. Bu yapıda perspektif ilgiler, uzam nesne
hiyerarşisinden ziyade kavramsal hiyerarşiye gönderme yapmaktadır. Doğayı
genelde Anadolu, özelde ise Van Gölü çevresinin renk ve coğrafyasından
esinlenerek soğuk alanlar olarak renklendiren sanatçı, figürlerde kontrast renkler
kullanmaktadır.
Düzgün’ün resimlerinde
mekan, yansıttığında yanıldığı için küsmüş ve canlılık belirteci olarak
özdeşini seçmiş detaysız doğa tasvirlerinden oluşmaktadır. Bu içe dönük doğa
tasvirleri, erkeğin ittiği ve kadınının kaçtığı yerdir. Burada doğal olarak
görünen kadın, ev, sokak, mahalle, köy, kasaba ve kent bağlamından kopuk bir
şekilde doğaya çekilmiş; erilin dünyasında kendi olma isteğiyle benliğine
sığınmış; dış dünyaya karşı suskun ve ifadesiz kalmıştır.

Ali Düzgün
resimlerinde erkeğin özdeş alanı olarak biçimlenen gökyüzü, kadını yatay doğadan
uzaklaştırıp uçuruma hapseden bilincin sevinç alanıdır. Orada gayet şımarık ve
kapsayıcı bir iktidar sergileyen erkek, kadını kendi doğasından uzaklaştırıp,
masumiyete çağıran güçtür.
Bilinç olduğunu
iddia edenin, biçimlendirdiğini suçladığı bu düzenekte, suçunu saklama derdinde
olduğu açıktır. Dolayısıyla kendi de masum olmayanın bilinç belirttiği bu
önermede, iyi niyet temennisi sahici değildir.
Mitik evreden bu
yana erilin şiddet, önyargı, ayrımcılık
ve adaletsizlik bağlamına maruz bıraktığı kadına masumiyet önerisi, dini, ideolojik, kültürel ve dolayısıyla yaşamsal
bağlam için bir bahane; annenin
masumiyetinden söz eden bir dayatmadır. Bu nedenle, sığındığından gayrı her
şey, kadının masumiyetinin dışındadır. Çünkü bu insafsız düzenekte kadın, masum
olmaktan makbul, anlaşılmamaktan mahcuptur.
Suçu üstünden
atmak isteyen modern akla göre bu yapı din, gelenek, ideoloji gibi gereçlerin bu güne mirasıdır.
Geçmiş akıl ortadan kaldırılmadığı sürece problem çözülemeyecektir. Ancak bu önermede
kadının trajik geçmişinin elinden alınması, gelecek için önlemsiz
bırakılmasından başka bir şey değildir.
Suçlunun, suçu
araştırdığı bu ortamda adalet kimsesizdir. Bu kimsesizlik içine hapsedilmiş,
sosyalleştirilmek istenen, hakları aranan, adaleti getirilmeye çalışılan ikinci
sınıf birey olarak kadın, eril iddiaya karşı yine savunmasızdır. Bu ortamda
kadının kadını aydınlığa çağırdığı söylem bile erkek aklının ürettiğidir. Ancak
sanatçının kontrast renkler kullanarak figüratif alanda yarattığı canlılıkla
ifade ettiği üzere kadın, her türlü dayatmaya rağmen, din ve dünya bağlamında
kendi fikrini belirtebilecek durumdadır. Onun zorunlu müminliği veya gönüllü
modernliği kendi tercihi olacaktır. Aksi
takdirde herkes masumiyete zorlanmalıdır.
Konu bu açıdan ele
alındığında Ali Düzgün resimleri, bütün zamanlar için betimlenmiş trajik bir kadın
masallına eşiktir. Bu masalda kadının suskunluğu, erkeğin çığlığından daha
güçlüdür. Bu suskunluk, hali hazırdaki hiçbir ideolojik şema ile konuşkanlığa
dönüştürülemez. Çünkü kendine de pay isteyen hiçbir aklı şişkin, elini
göbeğinden çekip vicdanını yoklayamaz.
Birilerinin aksine
politik olma endişe duymayan sanatçı, bu nedenle yaşadığı dünyanın bilinçli bir
tanığıdır. Bu tanıklık vasıflı bir biçime dönüşerek, sanatçının oldukça başarılı eserler
üretmesine vesile olmuştur.
Ali Düzgün’ün resimlerinde
karşılaştığımız eleştirinin şimdiki ve gelecek zamanlar için akıl olması
dileğiyle…
Yorumlar
Yorum Gönder