Ana içeriğe atla

SİYAHTA SADECE SİYAHI GÖRMEYEN BİR GÖRÜNTÜ ARKEOLOĞU: RAİNER WERNER FASSBİNDER / Mehmet Akif Ertaş


İstanbul’un ilçelerinden Beşiktaş’taki Bingül Erdem Lisesi’nin son sınıfında okurken, üniversiteye hazırlanmak için dershaneye giden Münevver Karabulut’un, bu dönemde tanıştığı Cem Garipoğlu ile birlikte olması ve Garipoğlu tarafından öldürülmesiyle gelişen olaylar, Türkiye’nin sadece krimonoloji, psikiyatri gibi alanlarda değil, sinemada da sınıfta kaldığını gözler önüne sermiştir.

Sadece Çağan Irmak gibi, santimantalitenin can yeleğine tutunarak ilerleyen yönetmenlerin değil, gerçekleştirdikleri çalışmalara sanat filmi yaftası vurularak sözümona tahkir ve tezyif edilen isimlerin de üzerine yoğunlaşmadıkları bu olayın benzeri, psikiyatrlığını eserlerine, tıbbın sektörleşmesini de çuvaldızlayarak aksettiren Alfred Döblin’in Berlin Alexenderplatz/Berlin Alexender Meydanı isimli romanında ele alınmış ve eser, Rainer Werner Fassbinder tarafından, 1979 ve 1980 yıllarında, yazarının kemikleri sızlatılmadan televizyona, Televizyon Dizisi formatında uyarlanmıştır. 

Televizyona uyarlansa da, Türkiye’de özellikle son yıllarda çekilen edebiyat uyarlamalarından, yazarına karşı saygısızlık etmemesiyle ve Televizyon Dizisi aracılığıyla izleyiciyi sadece ekrana değil, Televizyon Dizisi formatını altüst ve tersyüz ederek ekrandaki Beyaz Perdeye, beyazın grisini net bir şekilde görebilmesi için izleyicisini sabitlemesiyle, çoğu kez de atraksiyondan icazet almadan sabitliği portatiflikle yer değiştirmesiyle ayrılan bir çalışmaya imza atan ve tıp doktoru bir babanın oğlu olan Fassbinder, bu eseri uyarlamayı, babasının mesleği üzerinden, hem meslekle hem de babalıkla hesaplaşmak için istemiştir. Zaten Döblin de romanını, sadece bir cinayetin izini sürmek için değil, cinayetin zeminini hazırlayan erkekegemen mekanizmanın ipliğini pazara çıkarmak için kaleme almıştır. Döblin bu mekanizmanın tıbbın sektörleşmesinde de başrolü oynadığını yine sözü edilen eseriyle vurgulamıştır. 

Çevirmenlik yapan annesiyle, önce babalığıyla hesaplaştığı babası ayrılınca annesinin yanında kalan ve Augsburg’taki bir yatılı okula kaydedilen ancak diplomasını almasına çok kısa bir süre kalmasına rağmen okulu, oyuncu olmak için terk eden Fassbinder bu tavrıyla babası kadar annesine de mesafeli olduğunu göstermiştir. İmza attığı çalışmalar da zaten, babalığıyla babaya yüklenirken, anneliğini yere göğe koyamayan anneleri de hesaplaşma alanına dâhil etmiştir.

 Kapağı Münih’teki Oda Tiyatrosu’na atan ve burada önce figüranlık, daha sonra da yöneticilik yapan, tiyatro eserleri de kaleme alan Fassbinder’in sinematografisi, teorisi kadar pratiğini de özümsediği tiyatrodan ziyadesiyle nasiplenmiştir. Bu dönemde iki tane kısa sinema filmi çeken ve arada kendisinin de kaleme aldığı oyunları sahneleyen Anti teatre isimli grubu kuran Fassbinder’in antiliği siyahın karşısına beyazı koymayı değil, siyah içindeki bütün renkleri görmeyi ve göstermeyi amaçlamış ve amacını lafta bırakmamıştır. Onu bu tavrıyla Michael Haneke, Ken Loach gibi isimlerle aynı mahreçte konumlandırmak gerekir.

 Sendikaya katılması için ısrar edilen küçük bir gangsterin öyküsünü anlattığı Liebe ist kaelter als der (Aşk Ölümden Soğuktur) Fassbinder’in ilk uzun metrajlı sinema filmidir.

1969 yılında çektiği bu çalışmasından sonra, aynı yıl, kendi oyununu görüntüyle buluşturan Fassbinder, Kutzelmacher isimli bu çalışmasında da zenofobinin cinnete nasıl dönüştüğü üzerinde durmuştur.

İletişimsizliğin sanıldığı gibi sıradan olmakla itham edilen insanların değil, kendisini yetiştirdiğini sananların sorunu olduğunu hatta ikinci gruptaki insanların özümsemeye çalıştıkları konformizmin iletişimsizliği cinnete dönüştürdüğünün altını özellikle çizen Fassbinder, bu şekilde davranarak, kendisini dünyaya getiren ebeveynini ve onların ortamını sigaya çekmek istemiştir. 

Çalışmalarında mağdur edilen insanları anlatırken onları acındırmayan, dinginlikten uzaklaşmayan Fassbinder, ekranı mesken tuttuğu Berlin Alexanderplatz öncesindeki çalışmalarında, bu eserin zeminini hazırlarcasına, yaşadıkları cinnet görülmeyerek ötekileştirilen insanların hayatlarına sadece ayna tutmamış, aynı zamanda ince nüansları göstermeyi ihmal etmeyen bir ayna olmuştur. 

Angst essen Seele auf (Korku Ruhu Yer Bitirir)adlı, 1973 yılında çektiği sinema filmiyle Almanya dışında tanınmaya başlarken Almanya’da eleştiri oklarından payına düşeni fazlasıyla alan Fassbinder yine ötekileştirilen insanların hayatlarını, orta yaşlı bir kadınla, ergen bir erkek arasındaki aşkı merkeze oturtarak hikâye etmiştir. 

Alman realizminin kıymeti kendisinden menkul kalemi Theodor Fante’nin Eff Briest’ini 1974, eserleri sinema yönetmenlerini her daim heyecanlandırsa da görüntüyle senli benli olan örnekler hesaba katıldığında, planların suya düştüğü açık bir şekilde görülen Vladimir Nabokov’un, sonradan Rusçaya tercüme edilen, İngilizce kaleme aldığı Despair(Umutsuzluk)i 1977 yılında uyarlayan Fassbinder, Döblin’in eserini uyarlama yolunda kayda değer bir mesafe kat ettiğini göstermiştir. 

Eşcinsellik saplantısı üzerinde, Fransızcanın etkili sesi Jean Genet’nin eserlerinden de istifade ederek duran ancak bu saplantıyı servis etmeyen, Münih’teki evinde ölü bulunduğunda 37 yaşında olan Fassbinder’in uyarladığı Berlin Alexanderplatz, klişe polisiyenin Suçlu Kim? sorusunu, Döblin’in rotasını takip ederek Gerçek Suçlu Kim’e dönüştürdüğü ve dönüştürmekle kalmayarak gerçeğin çok boyutlu arkeolojisine izleyicisini teşvik ettiği için önemlidir. 

Gündeme yeniden, Ayşe Arman, Perihan Mağden gibi popülizmin ipi en önde göğüslemesi için uğraş veren isimlerce popülizmin kazanması için getirilen Münevver Karabulut cinayetinde sadece Suçlu Kim? sorusu yöneltilmektedir çünkü Türkiye’nin krimonolojisini Arman ve Mağden’den uzak bir yerde durmayan Ahmet Ümit gibi isimlerin polisiye mantığı yönlendirmektedir. Oysa Döblin’i Fassbinder’ı klişesi de dâhil olmak üzere polisiye değil, çok boyutlu arkeolojisine girişilen kriminoloji yönlendirmiştir. 

Karabulut cinayetinin Türkiye’deki sinema yönetmenlerinin ilgisini çekmesini beklemek de beyhude bir çabadır çünkü Çağan Irmak ve benzeri yönetmenler dışındakiler de çalışmalarını sadece estetik kaygı üzerine oturtmaktadırlar. Oysa Fassbinder, kendisiyle bir arada ele alınması gereken Haneke ve Loach gibi salt estetik kaygıyla değil, kirli çamaşır sergilemek için yönetmen koltuğuna oturmuştur ve görüldüğü üzere bu koltuk, izleyicide olduğu gibi bir yere sabitlenmemiştir. 

Türkiye’den Haneke, Loach ve Fassbinder gibi isimlerin çıkabilmesi için Türkiye’nin Döblin gibi, söz muhalefetten açıldığında, siyhın karşısına beyazı çıkarmayan, siyahın gizlediği renkleri ifşa etmeyi umursayan, konformizmden, artistik ve stilistik söylemden elini eteğini çeken edebiyatçıları çoğaltması gerekmektedir. 

Aksi halde cinnetten, cinayetten parsasını toplamak için alesta bekleyen popülizm hizmetkârları, suçlulara cezalarını vermekte, mağdurlara teselli ikramiyeleri dağıtmakta gecikmeyeceklerdir. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gülten Akın’ın “Sonra İşte Yaşlandım”ı üzerinden: Susku / Fatih Çodur

“Bir roman kadar uzun bu tümce, -sonra işte yaşlandım…”  Gülten Akın, “Sonra İşte Yaşlandım” kitabına yukarıdaki dizelerle başlıyor. Yani “kısa şiir/...”lerin “bir’incisiyle. Öyle gözüküyor ki bu sesli ifade (sonra işte yaşlandım), daha en baştan kitabın bütününde kullanılacak yöntemin sunumunu yapıyor okuyucuya. “Sizlere birkaç tümcelik adımlarla, çok bir yol aldıracağım” deniliyor. Çok sesli ifadelerle birer monolog-şiiryaratılacak kanısı veriliyor. Elbette konu bütünlüğünün bozulmaması için şu açıklamayı yapmamız gerekir. Şiirin başlı başına bir monolog olduğu düşünülebilir. Onun, bir dışa vurumdan farklı olarak, bir iç konuşma olduğu gerçekliği yadsınamaz. Fakat kendi havzasında oluşturduğu özgün dil nedeniyle monolog’dan semantik bakımdan da ayrılır. Bundan dolayı, kitaptaki bu yaklaşım biçimini şöyle ifade etmemiz daha doğru olacaktır:  Yazıda “sonra işte yaşlandım” dize’sinin, ‘dizecik’ kelimesiyle ifadelendirilmesinin sebebi, kitaptaki “kısa şiir/…”leri ...

2. MİNYATÜR ÇALIŞTAYI YİRMİ SANATÇININ KATILIMIYLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ…

   2. MİNYATÜR ÇALIŞTAYI YİRMİ SANATÇININ KATILIMIYLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ… Sanatçıçalışıyor tarafında düzenlenen 2. Minyatür Çalıştayı, Kocaeli Karamürsel ve Yalova Altınova’da yirmi sanatçının katılımı ile gerçekleştirildi. Kastamonu Üniversitesi Kültür Sanat Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen çalıştay, Doç. Ruhi Konak başkanlığında projelendirilerek gerçekleştirildi.             22 Ağustos 2002 pazartesi günü saat 09.00’da Karamürsel Öğretmenevi etkinlik salonunda başlayan çalıştay, aynı gün 18.00’da Yalova Elgelsiz Sanat Galesi’nde açılışı Vali Muammer Erol, Emniyet Müdürü Göksel Topaloğlu ve İl Kültür Müdürü Şeref Tali’nin katılımıyla yapılan ‘Işılay Konak Kişisel Restorasyon Sergisi’ ve ‘Mine Dilber Kişisel Tezhip Sergisi’ ile devam etti. 23 Ağustos 2002 tarihlerinde Karamürsel Öğretmen evinde devam eden çalıştay 24 Ağustos 2022 çarşamba günü Altınova Belediyesi Hersek Lagünü Kuş Gözlemevi’nde gerçekleştirildi. Sabah Gözlem...

Güzelliği Bağışlayan / Damla Nur AKKİRPİ

Bağışlayın, benim de güzelliğim var. Beni koruyan peygamberin omzuna yaslanıp zamanı seyrediyorum. Tam da bu zamanlar kadınlık çağım görmediğiniz, ışıklı suda bekleyen o çocukları ben doğuracağım. Bağışlayın ama benim de güzelliğim var. Çocukluğumdan attığınız top canımı kırdı, Bana bir can borcunuz var. Gerekirse toplayın pılımı pırtımı başka şehire gönderin beni. Can kırıkları olmayan bir şehire, kanımdan kesik götüreceğim. Ben ki bir peygamber ümmetiyim, benim en korunaklı yanım peygamberim. İnanmayacaksınız ama benim de güzelliğim var. Ellerimde açan deniz, çiçeklerden erken getiriyor baharı. Ben şimdi bir doğu, bir batı kanadıyım yaşamın. Dünyanın yuvarlak oluşundan evrilen, harita kadar derin bir noktayım peygamberlerin yüzünde. Bağışlayın, benim de güzelliğim var. Şu çirkin yağmurunu sileyim gözlerimin bir de bana öyle bakın, peygamber gözüyle. Dudaklarımdaki ilahiyi sessizliğimden tadın. Bağışlayın, bağışlayın ama benim de ...