Hayat bir film olsaydı keşke. Oyuncular rollerini ezberleyip sonra unutsaydılar. Görüntü yönetmeni kadrajı en mükemmel çerçeveye ayarlasaydı, replikler dökülseydi dilinden başrolün... Müzik evrenin ses tellerinden süzülüp estetik temaşayı tamamlasaydı ruhumuzda. Doksan dakikada bitseydi her zulüm. İyi adam yanımızda olsaydı da sürekli makul çaresizlikten söz etmeseydi kimse… Fakat bu sözler boşunadır. Kabil kardeşini katlettiğinden buyana, ölüler sözü dirilere söyletiyor ve biz bir yabancının ağzından dinliyoruz olan her neyse. Zulüm, el değiştiren acı değnek gibi iniyor mazlumun tepesine. Bu tepenin zirvesi neresidir(?) kimse bilmez. Çünkü kötülüğün değmediği yer yok bu yerde. Delik deşik her beden, mosmor her yürek, kaskatı her eklem. Hazin ustasını arıyor mazlumun sinesinde: Bosna Hersek’te Srebrenitsa’da ve şimdi kim bilir dünyanın neresinde.
Mülkiyet, mürüvvet bağının görkemli kulesidir dünyada. Harcı mazlum etinden karık, tuğlası şehit kanından ıslaktır. Sırf bu sebepten belki de vahşet çağının binlerce yıl önce sona erdiğini dillendiren antropoloji kitapları yanılmıştır. Ya da vahşetle anılan insan poz verdiği kadrajda makyajlı durmaktadır.
Öldürdüklerinin mirasçısı olan her zalim uygar değildi elbette. Fakat öldürdüklerinin mirasına göz diken uygar her daim zalimdir. Ve zulmü ört pas etmek isteyen yüzlerce kuram, sanattan dem vuran onlarca akım zalimin soyutlanarak mazlumdan daha haklı çıktığı düzenin dayanağıdır.
Ölü emeğinin çalındığı bu düzende herkes trajediden söz edebilir. Literatürde yer edinmiş katliamlardan, filmi çekilmiş soy kırımdan, kitabı yazılmış istismarlardan bahsedebilir. Empati kuramından sempati kurgusuna zihin çalıştırabilir. Fakat insanın ne okuduğu ya da ne söylediği değil ne yaptığı önemlidir. Bu önem noktasında durup birkaç dakika düşünen herkes yazılıp söylenenlerin, yazıp söyleyenler tarafından davranış biçimine dönüştürülmediğini bilir. Zira bütün bu söz kalabalığı yazanla ilgili değildir, okuyanla ilgilidir. Okuyanın zulmü hoş görmesi, kendisini haksız çıkarması üzerine kurgulanan felsefi evrenler, coğrafi sınırları yok edip içindekini söz kalabalığıyla avutmak üzere şekillenmiştir.
Kimilerine göre, bu bakış açısı biraz sert biraz tarafgirliğe müsait biraz da merkez dışı görünebilir. Bize göre bu düşünce tarzında her hangi bir kusur yoktur. Çünkü tarafsızlık doğululara ve özellikle Müslümanlara öğretilen fakat batılıların öğrenmekte geri kaldığı bir duygudur. Müslümanı kendisine karşı tarafsız bırakan düşüncenin sahibi kimdir (?) sorusuna cevap bulan her düşünür, burada söylenenlere karşı fikir üretebilir. Ancak hali hazırda vicdani kanaatle ikame edilmiş böyle bir cevap yoktur.
Geçmişte olduğu gibi modern zamanlarda da batı aklı, nesnesini kendisine karşı tarafsız muhatabına karşı taraflı yapmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda bir Müslümanın “biz neden kendimize taraf değiliz?” diye sorması gericilik emaresidir. Hatta bu tavır kökten dinci bir eylem, fırsatçı faşistlik, milliyetçi saldırganlıktır. Diğer taraftan ne olduğunu bilmediğimiz halde biraz modern, biraz kültürlü, biraz uygar olma telaşı öyle olacağı için Müslümana zerk edilen bir ihtiyaç modeli değildir. Aksine öyle olana katlanma gücüne kavuşacağı, zalimin küresel alanın tamamına bağdaşmasına boyun eğeceği, öldürülmeyi hak edeceği kültürleşme modelidir.
Seküler edebiyatta birey hürdür. Edebiyatta diyorum çünkü sanayi devriminden sonraki sürçte Rönesans bozgunculuğunun tanrısız meta olarak uç verdiği şekilde felsefe varlığın nedenselliği bağlamını temsil etmez. Biraz sosyoloji biraz psikoloji üzerine dil oyunları ile pazarlanan düşünce, batının genişlemesine müsait ideal bağlamı temsili eder. Bu bağlamda doğulu birey öznesini anlama hevesi ile her gün biraz daha fazla nesneleşme ve hatta evcilleşme sürecine itilir. Zira seküler edebiyatın söylediği sözün doğrusu kimin içindir ve Müslüman bu sözü özümsediğinde kim kendini iyi hisseder sorusunun cevabı, batının mutlak mekânındaki hür bireyin tabiiyetini tanımlar. Böylece hür birey tanımı hiç bir şekilde batı dışı namzedi ifade etmez.
Müslümanın hür olma koşulu elbette hürriyeti kendi açısından tanımlayarak icra etmesine bağlıdır. Bu da yerli düşünceyi güncelleyip mevcut dil açısından yeniden üretmekle mümkün olacaktır. Bu açıdan öz güncel şema açısından yeniden yorumlanıp geleneksel ideolojinin farzı temsil eden noktalarının yeniden yorumlanması gerekir. Aksi takdirde trajediyi muhafaza etmekten başka çare görünmüyor Müslüman toplum için. Zira hürriyet isteği doğrultusunda batıya ne kadar yakın olursanız olun coğrafi yakınlıklar işe yaramayacaktır. Nerede olduğunuzu iddia ederseniz edin Müslüman bakış açısıyla gelişmiş düşünsel yatkınlığınız sizi batı kadrajının arka planına itecektir. Bu durumun elle tutulur örneği, batının göz yumduğunu inkâr ettiği Bosna soykırımındaki tavırdır.
Tarihin derinliklerinden bu güne Avrupa kıtasının bir parçası olarak var olan Bosna halkı, erken evrede din hegemonyasına girmemek ve Katolik veya Ortodoks Hristiyan mezheplerinden birine taraf olmamak için Bogomil mezhebini tercih etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in on beşinci yüzyılda Balkanları fethinden sonra ise İslam dinini kabul ederek Müslüman olmuştur. Fakat batı toplumu ne üçüncü yol olarak tercih edilen Bogomil mezhebinin tarafsızlığını kabul edebilmiş ne de Müslüman bir Bosna’yı içine sindirebilmiştir. Kendi tarafını tutma girişimi, Bosna halkının ötekine karşı adil kalma isteği olarak algılamamış aksine kendisine tarafsız davrananı karşı cephe olarak algılamıştır. Sırf bu nedenle tarih boyunca zulüm ve soykırıma maruz kalan Bosna kasapların hançerinden, keskin nişancıların kurşunundan, vicdansızların tecavüzünden bizar olmuştur.
Modern dünya da yukarıda bahsedilen zulümden geri kalmamıştır. Üç yüz on iki bin insanın öldürüldüğü Bosna savaşında, Birleşmiş Milletlerin güvenli bölge olarak ilan ettiği Srebrenitsa’da 11 Temmuz 1995 günü on beş bin Müslüman, kurtuluşu beklerken sığındıkları Hollanda askerlerince teslim edildikleri Sırp canileri tarafından katledilmiştir. Zalimin gücüne hayretle bakan gözler önünde yetmiş bin tecavüz vakası gerçekleşmiş, binlerce intihar vakası yaşanmıştır. Bütün bunlar olurken çoğumuzun tepkisi “Böyle bir durum karşısında ben ne yapardım (?)” sorusunu sormaktan öteye gitmemiştir.
Tarafsız bölgede öldürülen her insan için adalet gecikmiş bir yardım konvoyu vakası olarak yer alacak tarih kitaplarında ve zalim her daim adaleti yalanlayacaktır. Fakat birileri, ölüm konvoyuna yol vermek için zalimin gönlünde ikmal yapıldığını unutmayacaktır. Aksi takdirde biçimsiz bölünmüş bedenlerde terse kıvrılmış kollar, gaddarca oyulmuş gözler, sicimle sıkılmış boyunlar, buldozerlerin parçalayıp sürüklediği canlar ahını kazara hayatta unutulmuş Müslümanların sinesinde gezdirecektir.
11 Temmuz 1995’te TV kanallarında büyük habercilik başarısı olarak izlediği katliama yüzünü buruşturan insanların zihninde palazlanan “Ben ne yapardım(?)” sorusunun cevabı bulundu mu bilemeyiz. Fakat 15 Temmuz 2016 günü zalime karşı çıkan mazlumun da eli olduğunu bildiren diriliş gömleği cümle mazlumlar için dikilmiştir. Bu sebepten 15 Temmuz artık ayın on beşi değildir…
İki nehri birbirine kavuşturup, birbirine karıştırmayan Allah, mazlum ile zalimi de kavuşturmayacak… Mazlumun adalet beklentisi Allah’ın terazisinde cevap bulacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder