Amour
(Aşk), ünlü Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin 2012 yapımı son filmi.
Filmde, 81 yaşındaki Jean-Louis Trintignant (Georges), 85
yaşındaki Emmanuelle Riva (Anne) ve yönetmenin pek çok filminden
bildiğimiz Isabelle Huppert (Eva) rol alıyor. Amour, 2013 Cannes
film festivalinde en büyük ödül olan ‘Altın Palmiye’ ödülünü aldı. 2013 İngiliz Film ve Televizyon Sanat Akademisi (BAFTA)
ödüllerinde Emmanuelle Riva, en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldü. Ayrıca,
Fransa’nın prestijli sinema ödülleri Cesar’ da "Amour" beş
dalda ödüle layık görülerek en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo,
en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini topladı. 2013 Oscar
ödüllerinde de ‘en iyi yabancı film’ dalında ödüle aday gösterilen Amour, ne
mutlu ki bu kez ödül alamadı ve Oscar’ın giderek gerileyen saygınlığının
gölgesinde kalmadı.
Eğer Haneke’yi tanıyorsanız, yönetmenin izleyiciye nasıl ‘düşman’ olduğunu da fark etmişsinizdir. Haneke’nin tüm filmlerinde izleyici tedirgindir; olup bitenleri izlerken mağdurun ana karakter olduğunu sanır ama iyi bir Haneke takipçisi, aynı zamanda bilir ki asıl mağdur sadece kendisidir. ‘İzleyiciyi rahatsız etmek için film çektiğini’ söyleyen yönetmen, benim izlediğim her filminde bunu istisnasız ve dorukta başarmıştır. Funny Games’den, Benny’nin Videosuna, 7. Kıta’dan, Beyaz Bant’a kadar tüm filmlerinde içinde bulunduğunuz konformist hayatı sorgulamanız için sizi dürter yönetmen, dürtmek ne kelime, bu amaç uğruna filmi size zehir eder. Filmlerinde karakterlerini sarmalayan nedensiz şiddet, film boyunca izleyiciye yönelik kasıtlı bir şiddete dönüşür. İzleyicinin film boyunca yaşadığı tedirginlik, Haneke izleyicileri için bir bağımlılıktır neredeyse.
Modern
sinemanın yöntemlerini kullanan Haneke, izleyici ile uğraşırken Avrupa’nın
modern bireyini malzeme yapar. Her
filminde kadın baş karakterlerinin ismi Anne, erkek baş karakterlerinin ismi de
Georges’dur. Hemen her Avrupa ülkesinde rastlanması mümkün olan bu isimleri
kullanmasının nedeni, aslında tüm
Avrupa’yı kapsayan genel bir insan tipinden söz etmesidir diye
düşünüyorum. Aydınlanma Devrimi ile
‘akıl’ a dayalı bir toplum yaratma idealini hayata geçirmiş olan Avrupa’nın,
yarattığı şeyin nasıl bir canavara dönüştüğünü, bu Aydınlanma meselesinin
ekonomik alt yapısını oluşturan kapitalizmin ortaya çıkardığı ‘birey’ in, bu refah toplumunda yalnızlaştığını ve bu
yalnızlık ve yabancılaşma duygusunun onu bir ‘akıl yitimine’ sürüklediğini
bilir ve burjuva bireyini her filminde düzenli ve sistemli bir şekilde
eleştirir Haneke.
Haneke’nin filmografisinde sırasının Amour’a geldiğini öğrendiğimde,
yönetmenin aşka nasıl yaklaşabileceği
üzerine biraz düşündüm ama nafile… Elbette
romantizmi tavan yapmış bir filmle ya da ulaşılmaz aşkın işlendiği arabesk bir
melodramla karşılaşmayacaktım. Ama neyle karşılaşacaktım…? Filmi izleyip de
öyküye konu olan karakterlerinin 80’li yaşlarındaki bir çift olduğunu
gördüğümde, bu sadomazoşist ilişkide
daha baştan 2-0 yeniktim. Çünkü ilk golü
yönetmen, jenerikte ‘Aşk’
yazısını, yaşlı bir kadın cesedinden
hemen sonra montajlayarak atmış ve
yine tekinsiz bir film çektiğinin ilk imasını vermişti.
Ama
ikinci sekanstan itibaren yönetmenin aniden tavır değiştirdiğini görürüz. İlk
sekansta ne kadar rahatsız edici ise, ikinci sekansa o kadar yumuşak bir geçiş
yapar. Az önce cesedini gördüğümüz
Anne’i, sanki o sahne hiç çekilmemiş gibi,
eşi Georges ile bir konseri izlerken görürüz. Herkes gibidirler, o
konser salanunu paylaşan herkes kadar sıradandırlar. İlerleyen süreçte, bu konser akşamının çiftin son mutlu akşamı olduğunu
anlayacağız ama yönetmen o zamana kadar, bu sıcacık yaşam ortaklığını keyifle
izlememize izin verir. Birlikte konsere giden, sohbet etmekten keyif alan, hala
birbirleri ile ilgili bilmedikleri şeyleri olan ve hala birbirlerini ilgiyle
dinleyen, hatta kurlaşan bir çifftir
Anne ve Georges. Birbirlerine geçmişte aşık olmuşlardır belli ve hala
aşıktırlar belki de…?
Ama Haneke, izleyicisini böyle bir keyifle
uzun süre baş başa bırakacak bir yönetmen değil elbette. O yüzden çok kısa süre sonra izleyici, Anne’in şah damarında bir tıkanıklık olduğunu
ve ameliyat olmazsa sağlığının daha kötüye gideceğini öğrenir. Tabii ki Anne ameliyat olmayı kabul etmez. Bundan
sonraki sekansta da Anne’ in evine tekerlekli sandalye ile gelişini görürüz, sağ
tarafına felç gelmiştir. Sonra, ….
Sonrası ‘Aşk’ın sınavı… Sonrası gerçek hayatta
birçok insanın tökezlediği, gençliğinde tuttuğu eli, verdiği sözü unuttuğu yer…
Sonrası aşk’ın kişiye göre yorumu; hem Anne’e göre hem de Georges’a göre ve
tabii bize göre…

Anne’
in tekerlekli sandalye ile evine gelişi artık bu yaşlı çift için başka bir
hayatın başladığının ifadesidir. Bundan sonra Haneke de susar; oyuncuların performansları
konuşmaya başlar ve bu iki yaşlı oyuncunun, belki de en çok kendilerine yakın
olan ölümü ve ölüme giden yolu, bu yolda karşılaştıkları sorunları nasıl bir
gerçeklikle anlattıklarına ürpererek tanık oluruz.
Yaşlı
Georges’un Anne’i tekerlekli sandalyeden kaldırırken, onu yürütürken, Anne’in
günlük ihtiyaçlarının tümünü karşılarken gösterdiği çabanın sözlerle ifade
olanağı yok. Haneke karakterlerinin soğuk ve mesafeli tavrı bu filmde de
geçerli elbette. Aynı filmi bir başka yönetmen, özellikle Doğulu bir yönetmen çekmiş olsa,
muhtemelen izleyici ile karakter arasındaki özdeşleşme daha fazla olacak, dolayısıyla muhtemelen daha sulu sepken bir
anlatım biçimi ortaya çıkacaktı. Ama Amour’da oyuncular bize karşı mesafelerini koruyorlar. Bu
öyle bir mesafe ki, Georges’un kendi kızları Eva’e karşı koyduğu mesafenin bir benzeri sanki.
Eva de tıpkı izleyici gibi olup bitenleri
seyreden taraftır bu süreçte. Annesinin
durumuna elbette çok üzülür; hatta
film boyunca iki kez gelip annesini ziyaret
eder, babasından bilgi alır. Özellikle
ikinci ziyarette ağlarken görürüz onu.
Durum giderek ağırlaşıp da Anne bilincini kaybetmeye, saçma sapan şeyler
söylemeye başladığında Eva babasına bir şey yapmak gerektiğini söyler. Aslında izleyici olarak biz de aynı
fikirdeyizdir. Bu iki yaşlı insanın
yaşam mücadelesi yavaş yavaş ağırlaşmakta,
ikinci sekanstan itibaren bize bahşedilen o keyifli izleme süreci,
tersine dönerek, gittikçe daha üzücü ve yıpratıcı bir hal almaya başlamaktadır.
Georges’un kızına verdiği “Ne
yapmamı tavsiye edersin? Anneni yanına almak ister misin? Onu bir huzur evine mi
kapatmalıyım?” yanıtı ile hepimizin başından aşağı birer kova kaynar su
dökülmüştür; çünkü hepimizin iç sesi aynıdır ne yazık ki; çünkü yapılması
gerektiğini düşündüğümüz şey, kesinlikle bu değildir. Georges, aynı mesafeli tavır ile, “sitem
filan ettiğimi düşünme, işini gücünü bırakıp buraya kadar gelmiş olman bile çok
nazik bir tavır” diye rahatlatır kızını. Biz de rahatlarız tabii, ne de
olsa işi gücü bırakıp filmi izleyerek sorumluluğumuzu yerine getirmiş
sayılırız. Georges’un durumu üzücüdür o ayrı,
ama biz ne yapabiliriz ki, hepimizin koşulları bellidir zaten…vb. vb..
Avrupa’nın ‘akla dayalı’ toplumsal yapısında
çok erken yaşlarda özgürlüklerini kazanan ve çok erken yaşta kendi ayakları
üzerinde durmaya başlayan ‘birey’ler, ne
yazık ki kendi ayakları üzerinde ölmeye mahkum oldukları bir hayata da maruz
kalmaktadır. Bu elbette doğu batı meselesini aşalı çok olmuş, yukarıda da
söylediğim gibi, kapitalizmin küreselleşmesi ile birlikte geleneksel aile
değerlerinin çözülmesinden tutun da yabancılaştırıcı bir çalışma sürecinin
etkilerine kadar bir dizi sosyo-ekonomik, ekonomi-politik, kültürel vb nedenle
açıklanabilir bir toplumsal gerçeklik halini almıştır. Georges’un bu durumu
sitemsiz kabul etmesi de aynı nedenlerle açıklanabilecek aynı toplumsal
gerçekliğin aynı anomik yansımasıdır bence.
Geleneksel
aile bağlarının yerini profesyonel hasta bakıcılar almış, sevgi ve şefkat gibi değerler de,
profesyoneller tarafından verilen meta-hizmete dönüşerek değişim değeri
karşılığında alınıp satılmaya başlanmıştır. Georges de, kendi gelir düzeyi
doğrultusunda bu hizmetlerden yararlanmaktadır tabii, ama iyi niyetli bakıcıya, alış verişlerini
yapan kapıcıya ve evlerini temizleyen kapıcının karısına rağmen Georges çok
yalnızdır ve gücü tükenmeye başlamıştır.
Yine de karısına verdiği sözden dönmeye niyeti yoktur yaşlı adamın
şikayetsiz ve minnetsiz, gururlu bir şekilde elinden gelenin en iyisini yapmaya
çalışır.
Öte
yandan Anne ne yapar peki? Anne
vazgeçer. Georges’un hayatını daha fazla zorlaştırmamak, onu da bu mahkumiyete
ortak etmemek adına, yaşam mücadelesinden vazgeçer ve kocasına ‘bırakıyorum’
der. Yönetmen bu sekansta, can yakıcı repliklerle destekler anlatısını.
İlerleyen
süreçte Anne’in bilinçsizce attığı çığlıklar, Georges’un çaresizlik içinde
yatağın kenarına oturup karısının elini okşayarak ona anlattığı hikayeler, yaşlı adamın yalnız kaldığı zamanlarda
karısını piyano başında hayal ettiği,
Anne’in zar zor konuşmaya çalıştığı ve Georges’un sabırla ve gülümseyerek
onu dinlediği bölümler, Haneke’nin kendi
adına romantizmin doruğuna çıktığı sahneler bence. Ve
yine aynı Georges’un eşine su içirmeye çalışırken uyguladığı şiddet ise bütün
sinir bozuculuğu ile “Haneke iş başında”
dedirtiyor insana.
Haneke’nin
aşk anlayışı böyle bir şeydi demek ki. 80 yıllık mutlu bir hayatın anısına, her
iki tarafın da kendini yok sayarak diğerini hayatta tutmaya çalıştığı bir
duygu. Anne en mağdur olduğu durumda bile, sevdiği adamın yaşamını önceleyerek
onun yaşamını kolaylaştırmak için ölmeye çalışırken, Georges tükenen gücüne rağmen Anne’in hayatta
kalması için uğraşır. Ancak o da Anne
kadar yaşlıdır ve artık sözünü tutamayacağını anlamıştır. İşte bu noktada
Haneke kimine göre sert kimine göre son derece romantik bir sonla vurur
izleyiciyi. Haneke son iki sekansla yine imzasını atar filme ve sizi orada
bırakıp gider…
Diğer
tüm filmlerinde neredeyse ölüm soğukluğunda bir atmosfer içinde sunduğu
Avrupalı ‘birey’lerini, gerçekten ölümle sonuçlanan bir yolculuğu anlattığı son
filminde, inatçı bir sevgi ile sarmalaması, ancak Haneke’ye özgü bir ustalık
bence. Ayrıca yönetmenin, diğer filmlerinin temel meselesi olan iletişimsizlik,
yalnızlık ve yabancılaşma eleştirilerine yine kendisinin verdiği bir yanıt bu
film.
Ticari
fimlerden hoşlanmayan, filmle biraz
boğuşmayı seven biri iseniz, ilgiyle izleyeceğiniz bir film Amour. Haneke’nin
tipik durağan kamerası, oyunculuklardaki yalınlık ve bunların filme kattığı
gerçeklik bir grup izleyici için vazgeçilmez bir keyifken, bir başka gurup için
işkence anlamına geliyor. İlk grup izleyicilerdenseniz ve daha önce Haneke ile
tanışmamışsanız, filmin vurucu sonuna rağmen yumuşak bir başlangıç olacak sizin
için. İzledikten sonra sizi etkisi altına alacak, haftalarca aklınızın ve
kalbinizin bir köşesinde kalacak, içten içe sizi didikleyip yönetmenin istediği
sorgulamaları bir şekilde yaptıracak ve
siz bir sonraki Haneke filmini beklemeye başlayacaksınız.
Görseller İçin Kaynakça
http://www.vizyor.com/wp-content/uploads/amour2.jpg
http://pimediaonline.co.uk/wp-content/uploads/2015/01/haneke.jpg
Yorumlar
Yorum Gönder