Biz
kaç kişiyiz diye sordum da biraz önce, kim bilir (?) dedim kendi kendime. Kaç
kişi olmak icap ederse o kadarız işte... Bu oda, kaç kişinin sensizliğini
sığdırabilir ki boşluğuna? Zemindeki yıpranmış halı, duvardaki minyatür,
tavandaki altmış voltluk ampul, pencereye yaslanmış tül, şu sehpa, koltuklar,
antika sandık bütün bu eşya, kişiden sayılabilir mi? Şu konsol mesela, kaç kez
konuşmuşluğum var onunla. Ayna. Önünde durduğum her vakit başka birini
anımsatıyor bana. Saksıdaki ebegümecine dokunuyorum. Seviyorum. Canım diyorum
sesli sesli gülümsüyormuş gibi yüreğimin içine.
Bu
saydıklarım kişi olmayacak şeyler, farkındayım. Fakat hafızaları var sanki.
Geçmişi andığımızda onların şahitlikleri işe yarıyor gibi. Dokunduğun bu
boşluk, sürtünüp geçtiğin şu eşyalar her şeyiyle burada tutuyor seni. Vaz
geçtiğin eylemlerin, kenara köşeye bıraktığın sesin, kokun, bakışların senden
kopup bu odanın envanterinde kayda alınmış ölümsüz birer kanıt. Her şey yok
olsa da onlar burada kalacak. Başka birinin yaşamını dışardan tamamlayacak…
Kabul
edersin ki unutulmakla yok olmak aynı şey değil. Unuttuklarımız yaşamsız
kalmazlar. Bizden eksilerek kendini yok
etmek diye bir şey yok. Biz o geçmiş yaşamın anısı olarak başka bir olayda
bulunuruz sadece… Çünkü anılar sonsuza kadar aynı yerde aynı kişilerle tekrar
eden bağımsız yaşam kesitleridir. Öznesinde
parçalanıp nesnesiyle bütünleşen bir varlık çabasıdır, anı.
Bu
ev sensizliğin tekkesi diye mırıldandım da geçen gün yüzünü anımsadım sonra,
bakışlarını, sesindeki o haykırış tonunu… Hayır dedim. O kadar da değil. Sen
hala burada mısın? Çünkü burada anımsayabiliyorum seni. Burada yeniden
konuşabiliyorum seninle. Boşluğun seni sakladığı gözeneklerde dolaşmak için
yetenekli bir ben var sanki içimde de nereye saklansan orada buluyor seni.
Kaç
kez saklandın bu evde? Kaç kez gizli gizli izledin beni sensizliğin
şaşkınlığında? Kaç kez gülümsedin kim bilir bu loş odanın hüznünü deşerek, kaç
kez kahkaha attın? Çok şey anımsayabilirim aslında fakat insan andıkça
çoğalıyor. Biz çoğalıyoruz. Sayılamayacak kadar çok oluyoruz böylece. Amaaann’
deme sakın. ‘Saçma sapan sorular soracak kadar yalnızız işte’ deme. Azız. Hem
de çok az. Kendimizle konuşurken başkasına seslenecek kadar az.’ deme. Çünkü
en az iki kişidir insan. Bütünleşememiş iki yarım kişi. İki Nazlı bakış...
Bunun
tuhaf bir düşünce olduğunu söyleyebilirsin. Hatta psikolojimin bozuk olduğu üzerine
fikir de yürütebilirsin. Fakat ben yanıldığını söyleyeceğim. Yanılıyorsun. Ayrıca
beni yargılayabiliyor olman da ileri fikirlilik değil. Hele hele sağlık
belirtisi hiç değil. Aksine dikkatsizlik. Şu beynim dediğim şey fikir üretirken
bile beni bir başkası olarak kullanıyor. Sırf bu sebepten düşüncenin kaynağı
ile düşüncen arasında mesafeyi fark etmem gerekir, kendi sınırlarımı
algılayabilmem için. Ne alakası var deme?
Çok alakası var, hem de çok.
Mesafenin olduğu yerde ayrılık vardır diyordu bir
filozof. Öyle alaycı gözlerle bakma bana. Lütfen! Diyordu evet! bu mesafeden dolayı belki de en
az iki kişiyiz işte…
Biz
mesela. Sen ve ben. Oldum olası yarımız. Hiç kavuşmamışız. Bütünleşememişiz.
Aramızdaki mesafe hiç kapanmamış. Birbirimize ulaşmak için sürekli seyahate hazırız
da düşecek yolu bulamıyoruz sanki. Dürüst olalım lütfen. Filozof haklı.
Mesafede ayrılık var. Kavuşamıyoruz, birbirimizi kendimizden daha çok hissettiğimizi iddia
ederken hem de…
Mesafe
demişken yanlış anlama lütfen. Öyle kıtalar arası bir uzaklıktan bahsetmiyorum.
Sana seslendiğim kadar kısa bir mesafe. Harfin bittiği, kelimenin oluştuğu
kadar gözünün gözüme dolduğu, bakıştığımız kadar kısa mesafe. Kalk gel desem
gelinmeyecek kadar mesafe işte.
Sensizlik. Seni bu kadar yakından hissederken başkası olmak korkunç şey…
Yorumlar
Yorum Gönder