Türk
sanatı kavramı, sanatta dilin Türkçe olması bakımından anlaşılabilirdir. Bu
açıdan Türk sanatı denildiğinde yerel değil yerli, küresel değil milli, öteki
değil kendi olarak özgünleşen bir anlayıştan söz etmek gerekir. İslamiyet’ten
önceki Türk sanatının, totemcilik, şamanlık, Budizm, Manihaizm, vb. ile daha
sonrasında ise İslam diniyle ilişkilendirilmesi sürecinde, etki kaynağı ne
olursa olsun, sanatın dili Türkçe kalmıştır. Biçimin temellendiği özgünlük,
diğer biçim kaynakları ile bütünleşerek geliştirilmiş; özün yerli bir biçim
dili ile ifade edilmesi yoluna gidilmiştir. On sekizinci yüzyıldan yirmi
birinci yüzyıla gelişen süreçte ise Türk sanatı kavramı dil açısından değil
Türkler tarafında icra edilen sanat olarak küresel bağlama taşınmaya
çalışılmıştır.
Bu süreçte teknolojik açıdan batının gerisinde kalındığını fark eden yerli
akıl, kültürel açıdan benzeşmenin teknolojinin gelişmesine olanak sağlayacağını
düşünmüştür. Zira küresel
bağlamda anlaşılmama endişesine karşı çözüm üretemeyenler, yerli sanat dilinin
küresel bağlama taşınması gerektiğini de fark edememişlerdir. Sorun kısa yoldan çözülmüş ve yerli sanat terk edilerek sanat ihtiyacı batılı
kaynaklardan karşılanmaya çalışılmıştır.
Geldiğimiz
noktada gerek güzel sanatlar fakültelerinde, gerek sanat tarihi ve felsefe
bölümlerinde gerekse bağımsız atölyelerde Türk sanatına ilişkin hurafe dışı bir
sözle karşılaşmak olası değildir. Zira elimizdeki yekûn kuru kronolojiden
ibarettir. Tuhaf olsa da bizim ülkemizde sanatın tarihini bilmek sanatı bilmekle eş anlamlı gibidir.
Sanatın
ne olduğuna ilişkin soruya cevabın eldeki diploma ile tanımlandığı yerde,
sanat eserinin ne olduğu sorusunun cevabını, başkasından deneyimlediğimiz üç beş
satır ile vermek dışında bir girişimimiz yok. Deneyimlerimizi koşullandıran
düzeneğin en az üç yüzyıldır bizim tarafımızdan yönlendirilmediğini düşünürsek,
Müslümanların neden domuz eti yemediği sorusunun cevabının, Vatikan erbabından istenmesi
gerektiği kanaatinde olmamız kusurlu bir ifade olarak görülmemelidir. Dolayısıyla
Türk sanatının ve Türk sanatçısının idrak yollarının kapalı olduğunu
söylediğimizde Türkçe anlayıp, Türkçe konuşamayan bireyin ya da Türkçe düşünüp İspanyol
gibi üreten sanatçının engelini aşması için çaba göstermesi gerektiğini de
söylememiz gerekir.
Geldiğimiz
noktada, bütün iyi niyetiyle biri, bize artık on sekizinci yüzyılda yaşamıyoruz,
Levni’den öğrenmemiz gereken bir şey yok, diyebilir. Bu belirleme
tarihsel/biçimsel açıdan doğru olsa da hakikatte, bizim hala sözü edilen
yüzyılda olduğumuz inkâr edilemez. Zira güncel ortamda, sanatçısı dışında
anlaşılmayan (hatta sanatçısı tarafından da performans dışı anlamı bilinmeyen)
ve estetik zevkle bağdaşma noktası anlamlandırılamayan yerli ve yabancı eserlerle
karşı karşıyayız. Karşısında bulunduğumuz eseri, içeride anlaşılmadan dışarıda
iltifat görme isteğinde olması bakımından bu toplum için üretilmemiş gibi
görmek, esere, türüne veya anlayışına ilişkin bir eleştiri değildir. Söz konusu
eserin problemi dil problemidir. Bu şekliyle bir İngiliz ile anlaşmak için
bizim İngilizce bilmemiz gerektiği ifade edilmektedir. Fakat İngiliz’in Türkçe
bilmesine gerek yoktur çünkü emperyal odak odur. Onunla anlaşabilmek için ona
benzemekten başka çare bulamayan zavallı olmayı kabul etmiyoruz. Kendimizi geliştirmek
yerine ona doğru değişmeyi ihtiyaç görmüyorum/z. Küresel aptal olmaya ihtiyaç
duymuyoruz. Bu nedenle sanatta dilin Türkçe ve yerli şemaya taşınması
noktasında özün bütün olanaklarının yeniden ve doğru şekilde öğrenilip, idrak
edilip denenmesi gerektiğine inanıyoruz.
Güncel ortamda Türk sanatı ile uğraştığını söyleyenleri
de yukarıda değinilenler açısından kenara alıp alkışlamak mümkün değildir. Türk sanatının öz biçim ilişkisi üzerine birkaç
hurafe ve uydurma söz ile kendilerini sağlama alıp problemi bugün için ıskalayanları
tarih affetmeyecektir; biz de affetmiyoruz.
Yorumlar
Yorum Gönder